Şimdi şöyle yan gelip, elimde Etiyopya kahvesi, ufka bakarak, “Halka doğru gitmenin (…) vazifesi de, halka medeniyet götürmektir. Çünkü, halkta medeniyet yoktur" desem, hop oturur hop kalkarsınız, değil mi... Ama denmiş. Buyrun sofraya...
Diogenes Laertios’un yalancısıyım: Euripides, bir gün Herakleitos’un bir kitabını Sokrates’e armağan etmiş; takibinde de fikrini sormuş.
“Anladıklarım dahice…” demiş Sokrates, “Galiba anlamadıklarım da öyle; sanırım yol gösterecek Deloslu bir dalgıca ihtiyacım var.”*
Üstüme vazife değil hiç kuşkusuz. Ancak yine de dalmadan edemiyorum suya… Tüpsüz müpsüz; yüzme bilmeden hem de… Tutup vasatın iktidarını didikliyorum; dönüşen alt ve orta sınıfın estetik yoksunluğundan yakınıyorum; özgür iradenin egemen düşünce ikliminde sıtmaya tutulduğunu bağırıyorum bas bas… Unutmuş gibi, Herakleitos’a “kara safralı” dendiğini… Kötümserlerin en kötümseri, huysuz, somurtkan ve asık suratlı olduğunu…
Şurası açık ki: Yaşadığım çağ, defalarca okumayı arzulayacağım bir romana hiç benzemiyor: kılçıklı, çapaklı; kan ve barut kokuyor! Ve hayatın bir edebi nesne olarak önüme fırlatıp attıkları da, en az kendi kadar kirli, kendi kadar sığ, kendi kadar boş… Raf ömrü bitmiş, ancak tereyağı sürülerek tadı yumuşatılmış kaşar kadar bile lezzetli değiller. Gel gör ki ne çok taliplisi var! Şaşmamak mümkün mü?
Din ile Dil, Birey ile Kul…
Ziya Gökalp, “çağdaşlaşma” bağlamında üzerinde durulası şeyler söylüyor Türkçülüğün Esasları’nda. Diyor ki: “Halka doğru gitmenin (…) vazifesi de, halka medeniyet götürmektir. Çünkü, halkta medeniyet yoktur. Seçkinlerse, medeniyetin anahtarına sahiptir. Fakat halka, değerli bir armağan olarak, (…) Doğu medeniyeti, yahut onun bir dalı olan Osmanlı medeniyetini değil, Batı medeniyeti götürülmelidir.”
Her toptancı yargı gibi eksik ve sakat bir düşünce bu aslında… Ancak bir anlığına itiraz hakkımızı saklı tutalım. Ve onun savını, günümüzün diretmeleriyle paralel okumayı deneyelim.
Osmanlıcanın (Arap harfleriyle yazılmış Türkçenin yani) müfredata sokulma çabalarını anımsayalım, lütfen. Birkaç yıl önce, 5. Din Şuarası’nda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın o iştahlı açıklamasını: “İsteseler de, istemeseler de Osmanlıca öğretilecek!” Sonra, Milli Eğitim Bakanlığı ile Hayrat Vakfı arasında 26 Haziran 2013’te imzalanan protokolü düşünelim, bir zahmet…
Amaç ne? Osmanlıca eğitimi adı altında din eğitimi vermek! Peki, olması gereken ne? Din değil, dil eğitimi vermek! İşte bu ikisi arasındaki fark, birey ile kul arasındaki fark kadar birbirine uzak…
Hangi Söz Teselli Edebilir?
Çok düğümlü bu sorun üzerinde oyalanmadan, sözü Aziz Sancar’a verelim, hani şu Mardin’in Savur ilçesinde kalkıp elin Amerika’sına, Dallas’a giden ve oradaki araştırmalarıyla 2015 Nobel Kimya Ödülü’nü kazanan kişiye: “Biz ülke olarak, 500 yıllık Osmanlı ve Türk tarihinde bilime önemli katkılar yapmış değiliz.” Ne hazin, değil mi?
Ayet okunmuş fasulye deneyine Tübitak Ödülü verilirse, olacağı bu! Valinin (Selim Cebiroğlu) hakaret ettiği öğretmen (Halil Serkan Öz), protesto esnasında hayatını kaybederse… Öğrencilerine Buket Uzuner’in “Kumral Ada Mavi Tuna” isimli kitabını öneren öğretmen hakkında soruşturma açılırsa… Almacino Gonzales Andres tarafından yapılan “Müzisyen” adlı heykel, müstehcen bulunup, sıradan bir vatandaş tarafından balyozla yıkılırsa ve bu sahne, heykel onarılıp yerine tekrar dikildikten sonra tekrar yaşanırsa… Türkiye’nin ilk modern üniversite kütüphanesi (İÜ, Merkez Kütüphane), Mimarlar Odası’nın gayretlerine rağmen yıkılmaya çalışılırsa… Barış İçin Akademisyenler Bildirisi’ne imza attığı için hocalar görevlerinden uzaklaştırılırsa… Sahi, ne denebilir? Hangi söz teselli edebilir, sızlayan yüreğimizi?
Boncuk Oyunu ve Körleşen Hayat…
Geçende bir belgesel izledim Hitler’in “gizli teknolojiler”i üzerine: dikine uçabilen yahut görünmeyen nesneler, radara yakalanmayan avcı uçakları, zaman yolculuğu vs. Bir ucu “Mahabharata”da geçen wimana’lara (uçan araç) kadar uzanan…
Savaşta olmalarına rağmen, bütçenin en büyük dilimi, askeriyeden sonra, Polonya’da yedi farklı bölgede, yerin altına inşa edilen, şehir büyüklüğündeki araştırma laboratuarlarına ayrılıyormuş; çok şaşırdım.
O Almanya’nın, faşizmin tahrip gücü yüksek ruhi ve fiziki etkilerine rağmen, bir Heinrich Böll çıkarabilmiş olmasına şaşmadım ama… (Böll’ün mayına bastığı için yaralanan dizini, beş günde yazdığı “Ve O Hiçbir Şey Demedi”den elde ettiği telifle iyileştirmesi geldi de hatırıma) Onca yıkıntı ve çöküntünün ardından “Boncuk Oyunu” ne müthiş tesellidir aslında… Hermann Hesse’nin günün buyurgan üslubu karşısında körleşen/kötüleşen hayata yanıtı: İnsanın iç hayatını dolduran ilim, edebiyat ve sanat, ancak kafanın ve ruhun esinli oyunuyla yaşatılabilir.
Peki, Wolfgang Borchert’e ne demeli? Dilimize Behçet Necatigil tarafından “Kapıların Dışında” olarak aktarılan tiyatro oyununa? Bertolt Brecht yahut I. Bachmann’a…
Her eser, ya çağının tanığı olmuş ya çağına düşman… Hayatı anlamaya ve yorumlamaya çalışırken, bayalığa düşülmemiş, “halk anlamaz” ucuzluğuna kaçılmamış, popülizmin ocağına odun atılmamış… Her biri kendi üslubunca söylemiş söyleyeceğini… Kendince çatmış çatısını eserinin… En mühimi: Halk da sahip çıkmış, kucaklamış bu nesli, bu eserleri…
Ya Suçlu Üzüntüsünden Ölürse…
Eveleyip gevelediklerimi somutlaştırma adına Friedrich Dürrenmatt’a dayamak istiyorum sırtımı; onun “Der Besuch der Alten Dame” adlı acıklı komedisine… Fakir mi fakir ahali arasında bir rivayet kulaktan kulağa yayılır: yaşlı bir milyoner kadın gelecektir şehre! Bu şehirde doğmuş, gençliğinde buralı bir delikanlı tarafından iğfal edilmiş bir kadın… Gençliğindeki talihsizlik, sonrasında devam etmemiş; ölen kocaları sayesinde zengin olmuştur. Ancak kendisini baştan çıkaran delikanlıyı hiç unutmamıştır. Artık kendisi yapamasa da, öcünü başkalarına aldıracak kadar güçlüdür. Kısa sürede kadını üzen (!) erkeği kim öldürürse, ona milyarlar vereceği dedikodusu yayılır kulaktan kulağa. Ahali fakirlikten kurtuluşu bunda görür. Araştırıp soruştururlar ve bir acı gerçekle karşılaşırlar: Öldürmeleri gereken kişi, şehrin saygın ve çok sevilen bir işadamıdır. Pek dürüst sandıkları bu adamın çirkinlikleri günden güne ortaya çıkar. Halkın sevgisi birdenbire nefrete dönüşür. Ne var ki, suçlu, bu esnada yaptıklarının bedelini üzüntüsünden ölerek öder.
Bu da bir seçenek olarak duruyor elbette önümüzde… İçinde bulunduğumuz kültür yahut ruh ikliminin müsebbipleri, suçlarını idrak edip, kederlenip, çekilebilirler hayatımızdan bir bir… Ancak bu çare midir, nitelikli üretimi baltalayan, nadiren filizlenmeyi başaranın üzerini de ses geçirmeyen battaniyelerle örten çoğunluğun zulmüne? Evet; aynılaşmaktan hoşnut, en aza razı, ne talep edeceğini dahi bilmeyen bu çoğunluğun zulmüne…
“Çağımdan Tiksiniyorum”…
“Küçük Prens”in yazarı Saint-Exupery, ölmeden önce, “Çağımdan tiksiniyorum.” demiş. Camus de karşılık vermiş bu serzenişe: “Bu somurtkan, bu bir deri bir kemik dünyadan kaçmak da insanı sarabilir zaman zaman. Ama bu çağ bizim çağımızdır, kendi kendimizden tiksinerek de yaşayamayız. Bu derece aşağıya düşmesi, değerlerini aşırılığa götürmesinden olduğu kadar kusurlarının yüceliğindendir de. Biz bu değerlerin en köklüsü için savaşacağız.”
Bu satırları okuduktan sonra içimden sokağa çıkmak, insanlara sarılmak, türküler söyleyip halay çekmek geliyor. İki adım atar atmaz, vazgeçiyorum ama… O kadar yaşlı ve yorgun hissediyorum ki kendimi. Acaba gençler yapamaz mı bu işi?
Kendim sorup kendim cevap veriyorum: Yapamaz!
Yapamaz, çünkü böyle bir dertleri yok, böyle bir arzuları yok; daha da vahim: böyle bir idrakleri yok! Bir simülasyonda yaşıyorlar sanki… Defalarca ölseler dahi yeniden dirilecek ve oyun yeniden başlayacak… Ama hayat bir oyun değil ne yazık ki…
Geldik ve doğru düzgün oyun bile oynayamadan çekip gideceğiz. Bir kaza yahut serseri kurşuna denk gelirsek bile şükredeceğiz buna. Zira daha vahim manzaralar da var seçenekler arasında…
* Efendim, o vakitler Delos adasının dalgıçları derine dalmalarıyla ünlüymüş.