Bir roman ne vakit “uzun” (yahut “kalın”) sayılmalı? Mesela “bir oturuşta, bir solukta okunan roman”lar için “kısa” tanımı uygun mudur? Sayfa sayısı tek başına romanın uzunluğunu, kısalığını belirleyebilir mi? Peki, bunların edebiyatla bağı nedir?
Füsun Akatlı’nın “Edebiyat Defteri”ni okuyorum; vaktiyle pek çok güzel kitapla ruhumuzu şımartıp paldır küldür hayatımızdan çekilen Afa’nın bastığı… “400 yerine…” diyor Akatlı, “Neredeyse 40 sahifede kotarılabilecek ve o zaman çarpıcı bile olabilecek bir malzemeyi yaydıkça yaymış, çekiştirip sündürmüş ve kahramanının öcünü kendi romanından alırcasına dramatik kurguyu sabote etmiş Selim İleri.”
“Yalancı Şafak” için kurulan ve bende kısmi bir tedirginlik yaratan bu cümlenin tahrikiyle yazarların ellerindeki “malzeme”yi nasıl kullandıklarını, kısa bir yazıda deşmeyi arzulasam da, beceremeyeceğimden küçük bir delikten gözetleyerek ne öğrenebilirim görmek istiyorum. Tam da bu noktada bir soru diğer sorunun kapısını aralıyor: Bir roman ne vakit “uzun” (yahut “kalın”) sayılmalı? Mesela “bir oturuşta, bir solukta okunan roman”lar için “kısa” tanımı uygun mudur? Sayfa sayısı tek başına romanın uzunluğunu, kısalığını belirleyebilir mi?
Kayıp Zamanın İzinde…
Vaktiyle Marcel Proust’un Eva Rechel-Mertens çevirisiyle Suhrkamp’tan çıkan 7 ciltlik “Kayıp Zamanın İzinde”sini okumuştum, bir maraton koşar gibi… Tamı tamına 5300 sayfaydı. Hafızam yanıltmıyorsa üç ay sürmüştü okuma serüvenim. Kendimi fevkalade kifayetsiz bulduğum, sık sık pusulamı kaybettiğim gayet meşakkatli bir süreçti… Lime lime olmuştu elimdeki sözlük. Buna rağmen uzun gelmiş miydi roman, emin değilim.
Takip edebildiğim dillerde yere göğe sığdırılamayan Haruki Murakami’nin Hüseyin Can Erkin çevirisiyle yayımlanan ve rahatlıkla cinayet aletine dönüşebilecek “1q84”ünü, itiraf etmeliyim ki, ilk cildini bile yarılamadan elimden bırakmanın utancıyla yaşadım bir süre… Sonra sordum kendime: Uzun muydu sahiden? Uzatılmış mıydı yoksa? Roman, bir “gösteri” gibi gelmişti bana ve sanırım hiçbir zaman iyi bir izleyicisi olamamıştım böyle şeylerin…
Oysa “tuğla gibi romanlar” arasında başa güreşen “Sefiller”i hem Cenap Karakaya, Volkan Yalçıntoklu, hem de Nesrin Altınova çevirisiyle okumuştum defalarca… Ne sıkılmıştım, ne tıkanmış; hepsinden mühimi: hiç uzun gelmemişti!
Sebep neydi? Niye böyleydi bu? Aristokrasinin çöküşü ve orta sınıfın yükselişini mi “ilginç” bulmuştum? Farklı ruh halleriyle takıntılı bir bağ mı kurmuştum? İçimdeki hayvanı kırbaçladığı için mi tutulmuştum “Kayıp Zamanın İzinde”ye? İyi de, “1q84”ten koşarak uzaklaşmamın sebebi yalnız “gösteri” olabilir mi? “Paralel evren” ve “paralel hayat” parodisine mesafeli duruşum mu zihnimdeki çanları çaldı acaba? Yabancısı mıyım ki, hikâye içindeki hikâyeden rahatsızlık duyayım (Kediler Şehri hikâyesi fena değil oysa)… Romanın, bir buçuk saatlik bir Hollywood masalı kadar bile inandırıcı gelmemesi, hikâyenin içine hemen hemen her şeyin birbirine akrabalıklarına göre tıkılmasıyla orantılı olabilir mi?
Vakit Zengini Okura Gevezelik…
Henüz sinemanın hayatımıza dahil olmadığı çağlarda roman, bir “eğlence aracı”ydı daha çok. Masal ve destanlardan ödünç aldıklarını tepe tepe kullanır, vakit zengini okuru gevezelikleriyle doyururdu. (Cervantes’in “Don Kişot”unu, Henry Fielding’in “Tom Jones”unu, Walter Scott’ın “Ivanhoe”sunu [bizde hep kısaltılarak yayınlanmıştır; Penguin Classics’te 528 sayfadır] ve elbette daha nicesini, bu toptancı değerlendirmemin dışında tutmak gerek.)
Romanın eğlenceyle iç içeliği ve hacimli arzı, bilhassa tür romanları için geçerli elbette… Emin olun ki, fantastik roman okurunu “kısa”nın doyurması mümkün değil. Benzer şey korku ve tarih romanları için de geçerli. Zira böylesi romanlarda “mekân” ve “canlı” tasviri, diğer türlere oranla daha elzem… Bazen var olmayan ülke, tamamen hayali hayvanlar, canavarlar, melezler uzun uzadıya, tüm ayrıntılarıyla işlenir ki, birazdan (!) gerçekleşecek olay(lar), arzulanan şekilde tahayyül edilip bitime kadar heyecanla, merakla takip edilebilsin.
Bir de “mübalağa” var tabii… Kapalı kapıları açan sihirli bir sözcük olarak “mübalağa”… Kişi yahut olayı yeterince mübalağa etmeyi başaramayan yazarın eseri prematüre doğar böylesi eserlerde. İnandırıcılığı başka öğelerde kurmak/bulmak zorunda kalır yazar. Oysa okurda sadakat duygusunu yaratmak için iyi yalana ihtiyaç vardır. Eseri üretenin bile gözü kapalı inanacağı…
Kısa Roman – Hızlı Okuma…
Sinemanın yaygınlaşması, takibinde videonun her eve girmesi, dijital çağla birlikte internet ve oyun sektörü, zamanını iyi kullanma modasına kapılmış kentsoyluyu yavaş yavaş makul kalınlıktaki kitaplara itti. Zira teknoloji, sunduğu çoklu doyuranlar sayesinde, romandan çok şey çalmaya başladı. Ve “lokmalık yapıtlar” döneminin perdesi açıldı.
Cees Nooteboom’un 72 sayfalık “Makusei”si tipik bir örnek olarak görülebilir. Stefan Zweig’ın 72 sayfalık “Satranç”ı… Jose Saramago’nun 64 sayfalık “Bilinmeyen Adamın Öyküsü”… Hermann Melville’in aynı “uzun”luktaki (!) “Kâtip Bartleby”si… Gabriel Garcia Marquez’in 96 sayfalık “Benim Hüzünlü Orospularım”ı, 112 sayfalık “Kırmızı Pazartesi”si… John Steinbeck’in 128 sayfalık “Fareler ve İnsanlar”ı… Hermann Hesse’nin 152 sayfalık “Siddartha”sı…
Hepsi “kısa”… Ama “ağır”… Eğer herhangi birini ben yazmış olsaydım 1000 sayfadan az olmazdı ve muhtemelen kimse okumazdı.
Evet; çağ, “hız” çağı! Ancak “ince” yahut “kısa” roman, “hız”la okunacağı, “çabuk” tüketilebileceği anlamına da gelmez her daim… Nicesi, demir leblebiden beter; kolay ele vermez kendini… Kimi labirente eş; en çok da çıkışı bulduğunuzda kaybolur insan…
Ancak hız çağında uzun roman okunmaz/yazılmaz demek, kör kuyuya merdivensiz inmekten farksızdır. Stephen King çıkar, yaklaşık 1000 sayfalık “Kubbenin Altında”sıyla ezberinizi bozar. J.K. Rowling çıkar, okumayan çocuklarından sürekli yakınan ebeveynleri ters köşeye yatırır, yaklaşık 1000 sayfalık “Harry Potter – Zümrüdüanka Yoldaşlığı”yla…
Celladına Âşık Olma Hali…
Günümüzde yazılan “uzun” romanların bazılarını pek “teknik” bulurum. Teknik, samimiyet ve sahihlikle aynı sofraya nadiren oturur; bu da sanatı zanaata yaklaştırır daha çok. Oysa ben, bittiğinde yazarını bile şaşırtan romanları sevenler kulübündenim…
Yazarın, günden güne bir virüs gibi yayılan, “bir şeyi, birbirine benzeyen yahut aynı cümlelerle defalarca anlatma” hastalığına tutulmasını anlamakta güçlük çekmekteyim. Tekrarların okuru ikna için yazıldığına inanamam bir türlü… Okuru “angut” yerine koyup lüzumsuz tekrarlarla kafa şişirmenin makul, geçerli bir açıklaması olabilir mi hiç?
Gel gör ki, küfür sağanağından okur da nasiplenmeli… Israrla böylesi romanları talep etmenin psikolojideki karşılığı nedir acaba?
Farkında mısınız, “uzun” romanlara methiye düzmek vaka-ı adiyeden artık… Gel gör ki, satın alınsalar da en az okunanlar bu tür kitaplar oysa… E. M. Forster bunu, okurun yahut yazarın “değerli vaktini boşa harcamadığını üçüncü şahıslara gösterme çabası” olarak okuyor. Mark O’Connell ise, uzun romanları bir tür Stockholm Sendromu’na benzetiyor. Yani celladına âşık olma hali… Bakar mısınız manzaraya?
W.C. Booth’un eğlenceli kitabı “Kurmacanın Retoriği”nde tesadüf ettiğim bir cümle, niyedir bilmem, son dönemlerde sığınılacak en güvenilir limanmış gibi geliyor bana: “Ben yazarım; okur da okumayı öğrensin.”
Mark Harris’in bu cümlesini tişörte basıp fuarlarda dağıtsak; silgilerin, kalem kutularının, okul çantalarının üzerine yazsak; hazırlopçu, tembel ve arzusuz okurda, uzun-kısa ayrımlarına girmeden yalnızca kitaba ilişkin bir iştah yaratabilir miyiz acaba; kuşkuluyum doğrusu. Öyle beter bir kültürel erozyon içindeyiz ki, Milan Kundera bile yanılıyor: Hayır efendim, hayır; yavaşlık hatırlatmıyor, hız da unutturmuyor!