Uydurmak da bir sanattır

Uydurmak o kadar aşağılanası, hor görülesi bir şey ki okur nezdinde... Bir sanat eserini “yüce”, “biricik”, “kalıcı” vs. yapan “şey”, onun uydurma olup olmadığı değildir, demek yürek istiyor şu günlerde... Oysa herkes bir şeyler uyduruyor. Kemal Tahir, Nâzım Hikmet bile...

Soruyorlar: Bu yazdığınız gerçek bir hikâye mi, yoksa uydurma mı?

O kadar içten, o kadar iştahla soruyorlar ki, “Ne önemi var bunun?” diyemiyorsunuz; diliniz döndüğünce, bilginiz ve vaktiniz yettiğince izah etmeye çalışıyorsunuz.

Ancak iştahın, verdiğiniz iki üç lokma ile kesilmesi mümkün değil elbette… Devam ediyorlar: Nasıl uyduruyorsunuz? Hattat bazıları: Nereden uyduruyorsunuz?..

“Uydurma” ile “uyduruk” arasındaki nüansı bilmediklerini düşünüyorsunuz saf saf… Sonra, “Acaba…” diyorsunuz içinizden, “Bir şey mi ima etmeye çalışıyorlar?”

Oysa bir “sır”rı paylaşmanızı istiyor sizden. İleride, şu ya da bu vesile ile “kullanabileceği” bir sırrı, kısa ve anlaşılır cümlelerle ifşa etmenizi… Bir tür “malzeme tedariki” sanki…

Resme Yazı Uydurmak!

Kemal Tahir’in Bağlam’dan çıkan, sanat ve edebiyat üzerine “Notlar”ında (1989) geçen şu cümle sürükledi beni buraya, bu pek kaygan zemine: “Yedigün dergisine yazılar, çoğu tercüme. Patron bir resim veriyor, ‘bu resme bir yazı uydur!’ diyor.”

Bakar mısınız şu işe: cumartesi geceleri dahi sokağa çıkmayan, Suat Derviş’in yurt dışı gezisi nedeniyle yarım bıraktığı “Bu Roman Olan Şeylerin Romanı”nı tamamlayan (35. tefrikadan sonrasını yazmış), Mickey Spillane’in “Mayk Hammer”larına yenilerini ekleyen; Nâzım’la birlikte zabıta romanları ve sinema romanları serisi hazırlayan; bir karikatür dergisine her hafta bir hikâye, bir roman tefrikası, bir anket ve 10-12 fıkra; hepsinden önemlisi “Esir Şehrin İnsanları”, “Yorgun Savaşçı” ve “Devlet Ana”yı yazan Kemal Tahir, bir resme bakarak bir yazı uyduracak, öyle mi? Olacak şey mi bu?

Uydurmak o kadar aşağılanası, hor görülesi bir şey ki okur nezdinde, abuk soruya abuk bir karşılık veriyorsunuz ister istemez: E, olmuş işte! O resme bir yazı yazmış… Nice Mayk Hammer romanlarını “sıfır”dan üretmiş… Vs.

Bir sanat eserini “yüce”, “biricik”, “kalıcı” vs. yapan “şey”, onun uydurma olup olmadığı değildir, demek yürek istiyor şu günlerde; mümkünse anlatın bunu… Zira sizden önce niceleri, mesela Cevdet Kudret, mesela Akşit Göktürk, mesela Emin Özdemir, mesela Tahsin Yücel, mesela Berna Moran yılıp usanmadan anlatıp durmuşlar edebiyatı edebiyat yapan şeyleri… Anlamışlar mı peki? İşte orası şüpheli…

Denize Dönmek İstiyorum…

Tekil örnek mi Kemal Tahir’in başına gelen? Yormayayım sizi: Değil! Ama ben size Nâzım Hikmet’inkini anlatayım: Çalıştığı derginin (Resimli Ay) sayfaları tamamlanmak üzere… Ancak bir huzursuzluk var içinde. Peş peşe dizilmiş yazılar arzu ettiği etkiyi uyandırmamakta. Zaten bu sebeple bazı şiirlerine kendisi resimler çizmekte. Böyle gönderse dergiyi baskıya, içine sinmeyecek… Başlıyor yabancı dergileri karıştırmaya… Yanında muhtemelen İlhami Bekir Tez… “Çocuk Şiirleri” kitabının şairi… Vaktiyle Cumhuriyet, Son Posta, Tan ve Vatan’da sayfa düzenlemesi yaptığından tecrübeli… Zaman zaman dergiye gelip Nâzım’ı takip eden, bitirmişse bir şiirini bırakıp giden…

Neyse efendim… Nâzım, yabancı dergiler içinden birini seçiyor ve sayfalarını hızla taraklıyor. Nihayet bir sayfada duruyor. Eviriyor çeviriyor, iki dakika düşünüyor, sonra oturup bir şeyler yazıyor. Dergi, yabancı dergide bulduğu görsel ve o görsele uydurduğu şiirle yayımlanıyor.

Hangi şiir mi o şiir? Hemen söyleyeyim: “Hasret”. Hani şu, “Denize dönmek istiyorum! / Mavi aynasında suların” dizeleriyle başlayan…

Demek ki, uydurmak o kadar da kötü bir şey değil!

Uydurmak Bir Sanattır…

Ben bir adım daha ileri gitmek istiyorum: Becerebilen için uydurmak bir sanattır! Yaşanmamış bir şey (olay yahut durum) uydurup, yaşanma olasılığı olsun yahut olmasın, okuru ikna edebiliyorsa kişi, hele de bir heyecan uyandırıyorsa, bir etki yaratıyorsa, yaptığı düpedüz sanattır.

Gerçi okuru da bir noktada anlamıyor değilim. Uydurma dil, uydurma ödül, uydurma haber, uydurma hadis, uydurma atasözleri, uydurma tarih, uydurma akımlar vs. içinde el yordamıyla çıkışı bulamıyorlar karanlıkta… Sözlüğe, kaynak kitaplara bakma/okuma ve kendisine iletileni sorgulama alışkanlıkları olmadığından da çoğunluğa katılmakta bir sakınca görmüyorlar. Sürüye aidiyet iyi geliyor ruhlarına çünkü…

Ah, tabii… Bir de işi kalıbına uydurma var. Kitabına uydurma var. Ortama ayak uydurma var. Bahane uydurma var. Yahudilerin uydurması var. Var da var… Çoğu menfi, çoğu tatsız şeyler. Bir yazar uydurunca (artık ne ise uydurduğu), niye makbul olsun, müspet olsun ki…

Gerçekliğin Göreceliği…

İşte tam da burada “gerçek”i sorgulamak geçiyor içimden. Sonra Ryunosuke Akutagava’nın “Rashōmon”u geliyor aklıma; hani şu bir “gerçek”i çelişkili, lakin fevkalade inandırıcı şekilde anlatan 4 kişinin hikâyesi… Böylelikle “gerçeğin göreceliği” diye bir şey çıkıyor karşıma… Derken “dürüstlük” ve “adalet” gibi bazı kavramlar… Tartışsan bir dert, tartışmasan başka…

Bazı filmler vardır, afişinde kocaman puntolarla yazılıdır: Bu film gerçek olaylara dayanır. İyi de, filmi film yapan yaşanmış bir olaya sırtını dayaması mıdır? Tarihin çöplüğe gitmiş, gerçek yaşamdan uyarlama nice film var. Onları ne yapacağız?

Benzer şey edebiyat, açımızı daraltırsak, roman için de geçerli… Belki Ayşe Kulin’in “Adı: Aylin”ini böyle açıklayarak içimizi rahatlatmak mümkün.

Diyeceksiniz: Kim bu Aylin? Bırakalım Ergün Diler, Takvim’deki yazısıyla yanıtlasın bizi: “CIA ile de çok derin bağları olan Aylin Radomisli Cates, Tayyibe Gülek Hanımefendi’nin çok sevdiği teyzesi!”

Ama bu çarpıcı örnek bile derdimize derman değil. Zira bu durumda her türlü biyografik romanın çok satması gerek. Öyle bir şey var mı? Yok!

Öte yandan biyografik romanlarda anlatılan her şeyin “doğru” yahut “yalansız” olduğunu söylemek mümkün mü? Değil!

Pekiii… Bu durumda pusulamızı edebiyata ayarlamak dışında bir seçenek kalıyor mu? Kalmıyor! Ve sanırım: İyi ki de kalmıyor!

Velev'i Google Haberler üzerinden takip edin

ÖNERİLEN İÇERİKLER

WP Twitter Auto Publish Powered By : XYZScripts.com