Üslubun sırları: Yazarken kendimizi nasıl ifşa ederiz?

Yazarın üslubu neyi ele verir? Kendi sesimizi mi, başkalarının kalıplarını mı konuşuyoruz? Sadelik mi, ihtişam mı daha güçlü? Gereksiz cümleleri kesip atacak cesaretimiz var mı? Okurla merhametli bir bağ kurabilir miyiz? Ve en önemlisi: Yazarken gerçekten ne demek istiyoruz?

Bir metni okurken, cümlelerin ardında saklı duran yazarı sezeriz. Bu sezgi, yalnızca konudan ya da kurulan fikirden değil, satır aralarında açığa çıkan insani tınıdan gelir.

Kurt Vonnegut’un söylediği gibi, muhabirler kendi varlıklarını gizlemeye, edebiyatçılar ise ifşa etmeye meyillidir. İfşa derken, skandalı ya da mahremiyeti değil, üslup denen o kaygan zemini kastediyoruz: Sözcüklerin seçilişi, ritmin akışı, suskunlukların bile yazıya kattığı bir “ben”.

Peki, bir yazarı cahil, zeki, dürüst yahut oyunbaz kılan şey nedir? Elbette kullandığı kelimeler. Yani seçimleri… Fakat asıl mesele, bu kelimelerin ardında okura açılan zihinsel ve duygusal evrendir. James Joyce’un karmaşık anlatılarında da, Shakespeare’in yalın sorularında da aynı şey vardır: Yazarın kendi sesini gizlemeden, ama büyütmeden, en çıplak hâliyle aktarma cesareti.

O hâlde, yazının ilk sesi kendini açığa vurmakla başlar. Yazarken, yalnızca fikri değil, fikri taşıyan kişiliği de ortaya koymak gerekir. Çünkü üslup dediğimiz şey, “nasıl yazdığımız” kadar “kim olduğumuzu yazıya nasıl kattığımız”dır da…

Üslubun Tuzakları: Gösteriş, Yabancılaşma ve Okuru Kaybetmek

Yazarın kalemi, bazen kendisine değil başkasına aitmiş gibi davranır. Özellikle edebiyat tarihi boyunca çok kez rastlanan o “sahte ihtişam” üslubu, yazarı okurdan uzaklaştırır. Parlak cümleler, süslü kelimeler, karmaşık imgeler bir süre büyüler belki, ama kısa sürede okurun zihninde bir yabancılaşma yaratır. Vonnegut’un da işaret ettiği gibi, asıl tehlike budur: Yazının bir şov hâline gelmesi.

Üslubun tuzağı, içtenlikten kopuşta başlar. Dilin kabukları kalınlaştığında, içerik silikleşir; yazarın sesi duyulmaz olur. Bir metin, ne kadar edebi, ne kadar “yüksek” görünürse görünsün, okurda bırakacağı his basittir: Uzaklık. Bu yüzden “kendi sesini bulmak” yalnızca estetik bir mesele değil, aynı zamanda etik bir meseledir. Okura kendini sezdirmeyen yazar, aslında okuru da hesaba katmamış demektir.

Bu noktada kendi olabilme cesareti devreye girer. Ana diliyle, kendi deneyimleriyle, kendi düşünce kırıntılarıyla yazmak. Basit cümleleri küçümsememek. Çünkü kimi zaman en kısa cümleler en derin yaraları açar: “She was tired.” (Yorulmuştu.) Joyce’un bu üç kelimesi, süslü paragrafların asla başaramayacağı bir sarsıntıyı yaratır.

Yazının etik boyutu da burada görünür: Yazarın görevi, okurun zihnini zorlamak değil, ona yol açmaktır. Bir metni okuyanın işi zaten zordur; binlerce işaret, yüzlerce cümle arasında anlam arar. Bu yüzden “merhametli yazı” dediğimiz şey, edebi bir incelik değil, bir sorumluluktur.

İçtenliğin Ölçüsü: Maskeler, Açıklık ve Kendi Sesini Bulmak

Bir metnin samimiyeti çoğu kez yazarı hakkında verdiği küçük ipuçlarında saklıdır. Okur, kelimelerin ardında bir kişilik arar. İşte bu nedenle üslup, bir bakıma maskelerin ne kadar kalın yahut ince olduğunun göstergesidir.

Samimiyet, süslenmemiş bir dilde olduğu kadar, doğru anlarda yapılan itiraflarda da kendini belli eder. Yazarın kendi yanılgılarını saklamaması, duygularını ölçülü, ama gerçek bir şekilde açması, okura güven verir. Çünkü okur, sahte bir “kusursuzluk” değil, tanıdık bir kırılganlık arar. Bu yüzden kimi deneme yazarlarının kısa bir yan cümleyle “ben de böyle hissettim” demesi, sayfalarca kuramsal açıklamadan daha güçlü bir bağ kurabilir.

İçtenliğin ölçüsü aynı zamanda neyi sakladığımızla ilgilidir. Elbette hiçbir metin, yazarın tüm iç dünyasını ortaya dökmez. Ama üslup, hangi parçaları özellikle gizlediğimizi de gösterir. Çok parlak, çok gösterişli cümleler çoğu kez bir örtüdür; okura yazarın derinliğini değil, savunma mekanizmasını ifşa eder. Tıpkı sahnede parlayan bir ışığın, gölgeleri daha belirgin kılması gibi, fazla parıltı okurun gözünü kamaştırır ve gerçeği görünmez kılar.

Kendi sesini bulmuş bir yazar ise neyin önemli olduğunu, neyin önemsiz olduğunu bilir. Cümlelere fazla yüklenmez, gösteriş yapmaz; çünkü asıl gücün, kelimelerin sade bir doğrulukla birleşmesinde olduğunu sezmiştir. Samimiyet, “ben böyleyim” demekle birlikte, “seni anlıyorum” diyebilme kudretidir.

Sadelik ve Merhamet: Okurla Sessiz Bir Sözleşme

Yazmak, hem kelimelerle boğuşmak, hem de okurla görünmez bir sözleşme yapmaktır. Bu sözleşmenin en önemli şartı, okurun yükünü hafifletmek ve onun sınırlı zamanına saygı göstermektir. Sadelik, bu saygının ilk adımıdır. Gereksiz sıfatlarla, dolambaçlı cümlelerle yahut ihtişamlı, ama anlamsız süslemelerle metni doldurmak, aslında okura “benim egom senin anlamandan önemli” demektir.

Merhamet ise sadeliğin ötesinde bir tutumdur. Okur, her gün binlerce işaret ve sembolle boğuşurken, yazının görevi bu karmaşayı biraz olsun çözmektir. Cümlelerin berraklığı, noktalamanın özeni, konunun etrafında dönüp durmadan ilerlemesi, okura nefes aldırır. Bu, küçümseyici bir kolaycılık değil; tersine, büyük bir özveridir. Çünkü basit görünen her satır, yazarın ardında bıraktığı sayısız çabanın ürünüdür.

Üslup, işte tam bu noktada kişisel olanla evrensel olanı birleştirir. Yazar kendi sesini saklamaz, ama okurun da o sesi takip etmesini mümkün kılar. İki taraf arasında kurulan bu hassas denge, iyi edebiyatın en sessiz, ama en kalıcı etkisidir. Çünkü yazı, nihayetinde bir anlaşılma arzusudur; anlaşılır olmayı reddeden hiçbir üslup, kalıcı bir değer bırakamaz.

Bu yüzden Vonnegut’un dediği gibi, yazının en büyük sınavı dil oyunları değil, okurla kurduğu şefkatli ilişkidir. Cümlenin uzunluğu, kelimenin parıltısı, metaforun göz alıcılığı… Bunların hepsi ikinci plandadır. Asıl mesele, sayfadan yükselen o sessiz çağrının okura “yalnız değilsin” diyebilmesidir.

Velev'i Google Haberler üzerinden takip edin

ÖNERİLEN İÇERİKLER