Türkiye’de senfonik açlığın telafisi mümkün mü?

Harry Potter müzikleri ayakta alkışlanıyor, Elden Ring senfonik icrayla milyonlara ulaşıyor… Peki, bizde neden benzeri yok? Oyun müzikleri neden hâlâ ciddiye alınmıyor? Film müziği deyince neden biri iki isimden öteye gidemiyoruz? Türkiye’nin senfonik belleği neden bu kadar sessiz?

© lordsofthesound.com

Salonda ışıklar kısılıyor. Bir anda bir keman sesi yükseliyor, ardından çellolar giriyor, vurmalılar kalbi zorlayan bir ritim tutturuyor. Beyaz perde henüz açılmamış olsa bile, biz çoktan Hogwarts’tayız. Ya da belki Minas Tirith’in surlarına dayandık. Belki de “The Last of Us”ın çürümüş sessizliğinde, bir mandolin dokunuşuyla kıyametin ortasında hayatta kalan son hatırayı duyuyoruz.

Müzik, sinemanın ve video oyunlarının sadece bir bileşeni değil, duyguya giden ana kapı. Lord of the Sound gibi orkestraların, tüm dünyada fantastik sinema ve oyun müziklerini konser salonlarına taşıması, işte bu kapıyı kolektif bir deneyime dönüştürüyor.

Son yıllarda Harry Potter, Yüzüklerin Efendisi, Game of Thrones, The Last of Us, hatta Elden Ring gibi yapımların müzikleri senfonik orkestralar tarafından büyük salonlarda icra ediliyor. Ve bu konserler, bir nostalji gösterisi değil; bir tür ritüel gibi yaşanıyor. Zira bu evrenler yalnızca görsel ya da edebi değil, aynı zamanda işitsel hafızaya da kazınıyor.

Howard Shore’un bestelediği The Return of the King (Kralın Dönüşü) müziği, filmin kendisi kadar epik bir atmosfer yaratıyor. Aynı şey Gustavo Santaolalla’nın iç titreten “The Last of Us” teması için de geçerli. Dinleyici, sadece melodiyi değil, o melodiye gömülü olan duyguyu yeniden yaşıyor: kayıp, umut, direniş…

© lordsofthesound.com

Peki, Türkiye’de bu duyguyu yaşatacak alanlar ve insanlar neden yok denecek kadar azaldı? Neden film ya da oyun müziklerini senfonik boyutta dinleyebileceğimiz salonlarımız, orkestralarımız, hatta bestecilerimiz “az”dan fazla değil? Bu sadece bir endüstri sorunu mu? Yoksa daha derin, daha tarihî bir kopuşun sonucu mu?

Global Sahnede Fantastik Melodiler: Kültürlerarası Bir Dönüşüm

Son yıllarda, sinema ve oyun müzikleri dünya sahnesinin en popüler repertuarlarından biri haline geldi. “Lord of the Sound” gibi orkestralar, Harry Potter’dan The Witcher’a, Game of Thrones’tan Avatar’a uzanan epik temaları “Music Is Coming” adını verdikleri dünya turuna taşımaya başladı. Bu programlarda Peter Jackson filmlerinin, oyunlardan Mortal Kombat’ın ve Star Wars’ın da yer alması, bu müziklerin yalnızca film değil, evrensel kültürel varlıklar olduğunun göstergesi.

Bu trendin en dikkat çeken uygulamalarından biri, Elden Ring Symphonic Adventure konseridir. 13 Ocak 2024’te Paris’teki dünya galasında salonda 3 bin 723 kişi vardı, tura Avrupa’dan başlayıp New Jersey Senfoni’ye kadar uzandı. İzleyiciler koroda, ışık show’da ve ekranda, oyun senaryosu eşliğinde epik bir müzik deneyimi yaşadı.

“A Symphony of the Goddesses” (Zelda) gibi turlar, klasik video oyun müziklerini konser salonlarına taşıyarak 2012’den beri Sydney Opera House, London Apollo gibi prestijli sahnelerde sunuldu. Tommy Tallarico’nun Video Games Live gibi serileri ise 2005’ten bu yana 200 orkestra ve koro ile dünyanın pek çok yerinde (Red Rocks, Pekin Olimpiyat Stadyumu vb) milyonlara ulaştı.

CineConcerts’in Harry Potter Film Concert Series ise 2016’dan beri 48 ülkede 3000’den fazla gösterimle 3 milyondan fazla izleyiciyle bulaştı. Hartford’taki konserlerde Alexandre Desplat’ın canlı performansı eşliğinde “Deathly Hallows Part 2” filmi oynatılıyor; bu da konserin hem duygusal hem görsel bir ritüele dönüştüğünü gösteriyor.

Le Monde, Stardew Valley gibi beklenmedik oyunların da orkestra konserleriyle sahnelendiğini belirtiyor. Bu, oyun müziğinin yalnızca büyük IP’lere has olmadığını, indie’lerin bile zihinlerde derin izler bıraktığının göstergesi.

Türkiye’de Kayıp Bir Repertuvar: Orkestralar Susturulunca

Türkiye’de 1970’li ve 80’li yıllarda müzik sahnesinde orkestrasyon çok daha belirgindi. TRT’nin düzenli senfoni yayınları, belediye orkestralarının etkinliği, hatta bazı film müziklerinin çok sesli olarak bestelenmesi, bu dönemde çoksesli müziğe gösterilen ilginin canlı olduğunu gösterir. Vehbi Turan Show Orkestrası, Cahit Oben Orkestrası, Vasfi Uçaroğlu Orkestrası gibi gruplar, hem sahne sanatçılarına eşlik eder hem de kendi özgün düzenlemelerini icra ederdi.

Bu geleneğin halkla buluştuğu en önemli alanlardan biri de Yeşilçam’dı. Metin Bükey, “Samanyolu” başta olmak üzere onlarca filmde duyulan, hüzünle yoğrulmuş melodileriyle hafızalara kazındı. Esin Engin, “Çalıkuşu”, “Zübük”, “Hayallerim, Aşkım ve Sen”, “Kadının Adı Yok”, “Çöpçüler Kralı” gibi film ve dizilere aranjmanın zarafetini de taşıdı. Atilla Özdemiroğlu ise “Ağır Roman”, “Arkadaş”, “Arabesk”, “Muhsin Bey”, “Züğürt Ağa” ve “Fahriye Abla” gibi kült işlerde çoksesli yapıyı başarıyla taşıyan ender müzisyenlerden biri oldu. Bu üçlü, Türkiye’de film ve dizi müziği alanında bir “ekol” oluşturdu desek abartmış olmayız.

Ancak 1990’larla birlikte bu çaba giderek azaldı. Televizyonun ticarileşmesi, dizilerin üretim hızının artması, hazır ses bankalarının kullanımı, özgün müzik üretiminin önüne geçti. Dizilere yapılan müzikler, artık stoklardan alınan evrensel müzik klipleri ya da birbirini tekrar eden temalardan ibaret hâle geldi. Besteciyle sahne, senaristle nota arasındaki ilişki koptu.

Senfoniyle yapılan konserler de seyrekleşti. Geniş orkestraların turne yapması için gerekli altyapı ve bütçe çoğu zaman sağlanamadı. Oysa Mor ve Ötesi gibi bazı istisnai müzisyenler, bu boşluğu dönem dönem doldurdu. 2022 yılında Harbiye Cemil Topuzlu Açıkhava Tiyatrosu’nda İstanbul Senfoni Orkestrası ile sahneye çıkan grup, rock ile klasik müzik arasında bir köprü kurmayı başardı. Ancak bu tür konserler, tek seferlik deneyimler olarak kaldı; sürdürülebilir bir programın parçası hâline gelmedi.

Müzik eğitiminin nicelik olarak artmasına rağmen nitelik olarak çoksesli çalışmalara yönelmemesi, yeni bestecilerin önünü açacak kurumların ve destek mekanizmalarının eksikliği de bu tablonun başka bir yönü… Film müziği ya da oyun müziği besteciliği gibi alanlar, Türkiye’de hâlâ ayrı bir disiplin olarak görülmüyor. Hâlbuki dünyada bu alanlar başlı başına akademik bölümler ve endüstri kolları hâline gelmiş durumda.

Peki, bizde neden hâlâ “bir film müziği albümü” dendiğinde aklımıza gelenler bir elin parmağını zar zor geçiyor? Neden bir oyun için beste yapan genç bir müzisyenin adı Spotify listelerinde yer bulamıyor? Sorular çok; cevaplar ise hâlâ yetersiz.

Türkiye’de Senfonik Açlığın Telafisi Mümkün mü?

Bugün Lord of the Sound gibi orkestralar, yalnızca büyük sinema filmlerinin müziklerini değil, video oyunlarının, televizyon dizilerinin ve hatta animelerin bestelerini de çoksesli bir repertuvara taşıyor. “The Last of Us”, “Elden Ring”, “League of Legends” gibi yapımlar için yazılmış müzikler, geniş orkestralarla, tıpkı bir Mahler yahut Ravel senfonisi gibi icra ediliyor. Bu konserler hem sanatseverleri hem de popüler kültür tutkunlarını aynı salonda buluşturuyor. Ve bu “buluşma”, yalnızca duygusal değil; kültürel, eğitsel ve estetik bir buluşma.

© lordsofthesound.com

Peki, bu neden bizde yok?

Aslında bizde “olmuş” olanı da unuttuk. Yıldırım Gürses’in klasik Türk müziği formunu çoksesli orkestralarla icra ettiği dönem, müziğin yalnızca bir dinleti değil, bir saygı ritüeli olduğunu gösteriyordu. Turhan Yükseler Orkestrasını ve Erovizyon günlerini hatırlayalım. Ne şahikalardı onlar!

Ancak bugün Türkiye’de bu belleği yaşatacak, sürdürüp dönüştürecek bir yapının izine pek rastlanmıyor. Konservatuvarlar oyun müziği besteciliğine hâlâ temkinli yaklaşırken, orkestralar popüler kültürle işbirliğini ya “ayıp” ya da “lüzumsuz” görüyor. Oysa bu iki uç arasında, yani sanatın “yüksek estetik” anlayışıyla popüler olanın “kültürel kalıcılığı” arasında güçlü köprüler kurulabilir.

İşin acıklı yanı şu: Şu anda YouTube’da milyonlarca kişi, bir orkestranın Elden Ring ana temasını çalmasını hayranlıkla izliyor. Aynı insanlar, belki de televizyonda ya da sosyal medyada yerli dizilerin tekrar müziklerini kısarak geçiyor. Arada uçurum var. Ve bu uçurum yalnızca müzikal değil, zihinsel, yönetsel, politik ve ekonomik.

Eğer istersek, Behzat Ç.’nin temasını ya da herhangi bir dizinin fon müziğini, yüz kişilik bir orkestra eşliğinde yeniden işitebiliriz. Esin Engin’in “Çalıkuşu”nu Boğaz kıyısında açık hava konserinde dinleyebiliriz. Metin Bükey’in “Samanyolu” melodisi bir gece, bir çocuk senfonisiyle yıldızlara yükseltilebilir.

Yeter ki, müziğin geçmişle değil gelecekle de konuştuğunu unutmayalım. Ve yeter ki, orkestrayı yalnızca geçmişi anmak için değil, bugünü anlamak ve yarını kurmak için yeniden sahneye çağıralım.

Velev'i Google Haberler üzerinden takip edin

ÖNERİLEN İÇERİKLER