Türk edebiyatı küresel haritada nerede duruyor?

Paris hâlâ edebi dünyanın başkenti mi? Türk edebiyatı neden küresel merkezin dışında kalıyor? Çeviriyle mi yaklaşmalı, yoksa kendi merkezini mi kurmalı? Tekil bir merkez fikrine direnmek mümkün mü? Peki, biz hangi hikâyeyi kime ve nereden anlatıyoruz?

Pascale Casanova, The World Republic of Letters’ta edebiyatı yalnızca bireysel yaratıcılığın alanı olarak değil, uluslararası bir güçler sistemi olarak okur. Ona göre dünyadaki her metin, her yazar ve her edebi akım, görünmez bir küresel haritada bir yere yerleşir: “Merkez”e yakın olanlar daha yüksek prestije, daha geniş okur kitlesine ve daha kalıcı bir kanona girme şansına sahipken; “çevre”de olanlar kendi sınırları içinde yankı bulur, ancak çoğu zaman evrensel düzeyde söz hakkı elde edemez.

Casanova’nın en provokatif tespitlerinden biri, bu merkezin tarihsel olarak Paris’te konumlanmış olmasıdır. 18. yüzyıldan itibaren Fransız kültürünün diplomasi, sanat ve edebiyat yoluyla yarattığı uluslararası cazibe, Paris’i yalnızca moda ya da felsefe başkenti değil, aynı zamanda “edebi sermayenin kalbi” hâline getirmiştir. Burada “sermaye” kelimesi tesadüfi değildir: Casanova, edebiyatı ekonomik bir sistem gibi kavrar. Yazarların, eleştirmenlerin, yayıncıların ve çevirmenlerin oluşturduğu karmaşık ağ, “tanınma” ve “değer” dağılımında adeta bir borsa gibi işler.

Bu sistemde “merkez” yalnızca eserlerin niteliğini değerlendiren bir konum değildir; aynı zamanda hangi eserin evrensel kabul göreceğini, hangisinin yerel kalacağını belirleyen bir tür kültürel otoritedir. Dolayısıyla, Nobel’den Booker’a uzanan pek çok prestijli ödülün ya da büyük yayınevlerinin kararları, görünürde bireysel beğeniye dayansa da aslında bu merkezin işleyiş mantığını yansıtır.

Casanova’ya göre çevre ülkelerden gelen bir yazarın küresel sahnede yer bulabilmesi için, bu merkezin diline ve estetik kodlarına aşina olması gerekir. Ancak bu, çoğu zaman çift taraflı bir gerilim yaratır: Yazar bir yandan kendi yerel kimliğini korumak ister, diğer yandan evrensel kabul görecek bir “çevirilebilirlik” düzeyi tutturmak zorundadır. İşte bu gerilim, çağdaş dünya edebiyatının en ilginç ve en tartışmalı alanlarından birini oluşturur.

Merkeze Ulaşmanın Stratejileri ve Bedelleri

Casanova’nın tarif ettiği edebi dünya cumhuriyetinde, çevre konumundan merkeze yaklaşmak yazınsal başarı kadar stratejik tercihlere de bağlıdır. Dil seçimi bunların başında gelir. Çoğu çevre yazarı, ya eserini doğrudan merkez dillerinden birinde kaleme alır (İngilizce, Fransızca gibi) ya da metinlerinin uluslararası edebiyat sahnesinde görünürlük kazanmasını sağlayacak çeviri süreçlerini erkenden planlar.

Çeviri, burada teknik bir aktarım değil, kültürel bir dönüşüm aracıdır. Eserin dili kadar, onun anlatı yapısı, temaları ve hatta karakter tipleri bile “evrensel” kabul görecek biçimde yeniden kurgulanabilir. Bu durum, kimi zaman yazarın kendi toplumuna dair özgün gözlemlerini törpülemesine, anlatısını “yabancı göz”e göre yeniden biçimlendirmesine neden olur.

Casanova, bu noktada iki farklı stratejiden söz eder: “Merkezle uyum stratejisi” ve “karşı durma stratejisi”. İlki, merkezin estetik beklentilerine yaklaşarak görünür olmayı hedefler; diğeri ise yerel malzemeyi bilinçli olarak koruyup, merkezin ilgisini bu özgünlük üzerinden çekmeyi dener. Ancak hangi yol seçilirse seçilsin, merkez–çevre dengesindeki güç ilişkileri yazarın üzerinde bir baskı unsuru olarak varlığını sürdürür.

Modern edebiyat tarihinde pek çok isim bu stratejilerden birini benimseyerek uluslararası başarıya ulaşmıştır. Örneğin Salman Rushdie, postkolonyal kimlik tartışmalarını İngilizce edebiyatın merkez kodlarıyla harmanlarken; Orhan Pamuk, yerel tarih ve toplumsal belleği evrensel temalarla buluşturan bir anlatı dili geliştirmiştir. Her iki yaklaşım da “merkez” tarafından ödüllendirilmiş, ancak her ikisi de kendi toplumlarında “Batı’ya fazla yakın” olmakla eleştirilmiştir.

Bu noktada asıl mesele, merkeze ulaşmanın yalnızca bir “başarı” değil, aynı zamanda bir “bedel” de olmasıdır. Yazarın kendi kültürel bağlamında aldığı riskler, bazen kazandığı uluslararası prestijden daha ağır bir toplumsal tepki doğurabilir. Bu gerilim, Türkiye gibi hem edebi üretimin hem de kültürel tartışmaların yoğun olduğu toplumlarda daha belirgin hissedilir.

Türk Edebiyatının Çevresel Konumu ve Direniş Biçimleri

Pascale Casanova’nın haritasında Türk edebiyatı, modernleşme sürecinin en başından beri “çevre” kuşağında konumlanır. Osmanlı’nın Tanzimat döneminden itibaren Batı edebiyatına yönelişi, aslında merkezin estetik kodlarını öğrenme ve uyarlama çabasıdır. Ancak bu çaba, hiçbir zaman tam anlamıyla “merkeze” dâhil olmayı sağlayamamıştır. Bir yandan yerel okura hitap eden, kültürel özgüllüğünü koruyan metinler üretilmiş; öte yandan merkezde kabul görmesi muhtemel evrensel temalara yönelinmiştir.

20. yüzyılın ikinci yarısına kadar Türkçe yazılmış eserlerin uluslararası dolaşıma girmesi neredeyse imkânsızdı. Dilin “küresel” olmaması, çeviri altyapısının yetersizliği ve Batı’daki yayın dünyasının politik–ekonomik öncelikleri, Türkiye’den çıkan metinlerin görünmez kalmasına yol açtı. Az sayıdaki istisna —Yaşar Kemal’in İnce Memed’i ya da Aziz Nesin’in taşlamaları gibi— ya egzotikleştirici bir merakla ya da politik bağlamıyla merkezin ilgisini çekebildi.

1980’ler ve sonrasında ise Türk edebiyatının merkeze yaklaşma stratejilerinde belirgin bir değişim yaşandı. Uluslararası ödüller, çeviri programları, yurtdışı yayın anlaşmaları, özellikle de Orhan Pamuk’un Nobel’i, görünürlük eşiğini yükseltti. Ancak Casanova’nın işaret ettiği gibi, bu tür başarılar bireysel sıçramalar yaratır; sistemin genel konumunu dönüştürmez. Bugün hâlâ, Türk edebiyatının uluslararası dolaşımdaki ağırlığı sınırlı, merkezdeki etkisi ise geçici dalgalanmalarla sınırlı kalmaktadır.

Direniş biçimlerine gelince… Bazı yazarlar, merkezin beğenisini gözetmeden, yerel bağlamın karmaşıklığını ve dilin özgün imkanlarını korumayı tercih eder. Bu tavır, küresel dolaşım açısından riskli olsa da, uzun vadede “otantik” bir edebi kimliğin oluşmasına hizmet eder. Başka bir grup yazar ise bilinçli bir melez dil, hibrit anlatı formları ve kültürlerarası göndermelerle hem yereli hem evrenseli bir arada tutmaya çalışır.

Bu iki tavır arasındaki gerilim, Türk edebiyatının son kırk yılına damgasını vurdu. Kimi zaman “dışarıdan görünen Türkiye” ile “içeriden hissedilen Türkiye” arasındaki fark, metinlerin hem içerik hem de okur karşılığı açısından belirleyici oldu. Casanova’nın teorisi, bu gerilimi yalnızca edebiyat tarihi açısından değil, günümüz yayıncılığının politik–ekonomik dinamikleri açısından da anlamamıza yardımcı oluyor.

Merkeze Yaklaşmak mı, Kendi Merkezini Kurmak mı?

Casanova’nın çizdiği edebi dünya haritasında, çevreden merkeze giden yol çoğu zaman uzun, dolambaçlı ve tek yönlüdür. Merkez, çevreyi dönüştürür; ama çevrenin merkeze etkisi nadirdir. Türk edebiyatının önündeki en kritik soru, bu asimetrik yapıya eklemlenmek mi, yoksa kendi merkezini inşa etmek mi gerektiğidir.

Birinci yol, yani merkeze yaklaşma stratejisi, çeviri yatırımlarını artırmak, uluslararası ajans ağlarını güçlendirmek, yabancı yayıncılarla kalıcı ortaklıklar kurmak gibi adımlar gerektirir. Bu, kısa vadede görünürlüğü artırabilir; fakat beraberinde estetik ve tematik uyum baskısını da getirir. “Merkezin gözüne hoş görünmek” ile “kendi sesini korumak” arasındaki denge, çoğu zaman kırılgandır.

İkinci yol, yani kendi merkezini kurma iddiası ise, daha zor ama uzun vadede daha dönüştürücü olabilir. Bunun için güçlü bir çeviri politikasına, bölgesel edebiyat ağlarına, farklı dillerde üreten yazarlar arasında işbirliklerine ihtiyaç vardır. İstanbul’un ya da başka bir şehrin, Paris ya da Londra’nın üstlendiği türden bir “edebi sermaye başkenti” işlevi görebilmesi, yalnızca kültürel değil, politik ve ekonomik irade de gerektirir.

Türkiye, coğrafi konumu gereği Asya, Avrupa, Orta Doğu ve Balkanlar’ın kesişiminde, benzersiz bir kültürel zenginliğe sahip. Ancak bu zenginlik, küresel edebiyat piyasasında stratejik olarak konumlandırılmadıkça, yalnızca yerel bir potansiyel olarak kalır. Yayıncılıktan festivallere, edebiyat eleştirisinden çeviri burslarına kadar bütünlüklü bir ekosistem kurulmadan, tek tek yazarların başarıları sisteme dönüşemez.

Casanova’nın teorisini Türkiye bağlamında düşündüğümüzde, asıl mesele “merkeze ulaşmak” değil; “merkez” fikrinin tekil ve mutlak olmadığını kabul etmek. Belki de en yaratıcı hamle, farklı kültürleri birbirine bağlayan alternatif merkezler kurmak, böylece edebiyatın hem estetik hem de politik anlamda tek seslileşmesine direnmek olacaktır.

Velev'i Google Haberler üzerinden takip edin

ÖNERİLEN İÇERİKLER