Afganistan, uzun süredir savaşın, baskının ve sessizliğin kadim coğrafyası. Sinema ise bu sessizliğe en dirençli kelimeleri fısıldayan mecralardan biri. Ancak bir kadının, üstelik yabancı bir yönetmenin, bu topraklarda kamera arkasına geçmesi hâlâ hem teknik hem etik hem de politik bir meydan okuma.
Türk yönetmen Gözde Kural, bu zorlu coğrafyada geçen ikinci uzun metrajı Cinema Jazireh ile yalnızca bir hikâye anlatmıyor; bastırılmış hafızayı, toplumsal cinsiyetin yer değiştirmiş rolleriyle birlikte yeniden kuruyor. Taliban sonrası Afganistan’da kadınların görünmez kılınan varoluşlarını sinemaya taşıyor.
Kural’ın filmi, dünya prömiyerini bu yıl Karlovy Vary Uluslararası Film Festivali’nin Panorama bölümünde yaptı.
Mariana Hristova ise Cineuropa adlı internet sitesi için Gözde Kural ile konuştu. Söyleşiden bazı bölümleri aktarıyoruz:
Hem ilk uzun metraj filminiz Dust’u hem de Cinema Jazireh’i Afganistan’da konumlandırmayı neden tercih ettiniz? Ülkeyle kişisel bir bağınız mı var?
Aslında hayır, ama ortaokuldan beri Ortadoğu’ya – özellikle savaşın etkilediği bölgelere – ilgi duyuyordum. Mezun olduktan sonra, Taliban geri dönmeden hemen önce Afganistan’a seyahat ettim ve yıllar içinde tekrar tekrar gitmeye devam ettim; ayrıca Pakistan, Hindistan ve İran’ı da keşfettim. Kabil ve orada tanıştığım insanlar beni derinden etkiledi. Dust’u orada çekmek zorluydu, çünkü çoğu zaman kamerayı silah zannediyorlardı – kameradan korkuyorlardı. Cinema Jazireh ile realizmin ötesine geçmek ve topladığım parçalardan şiirsel bir şey yaratmak istedim. İlk filmle nasıl film çekileceğini öğrendim; bu filmde ise sinema yaratma meselesine daha çok odaklandım – zamanı, sessizliği, müziği ve duygusal ritmi nasıl kullanacağım üzerine düşündüm.
Gerçek hayattan topladığınız bu kesitleri, kurgusal ve alegorik bir hikâyeye nasıl dönüştürdünüz?
Her şey, beni özellikle etkileyen iki uygulamayla başladı: Kız çocuklarının erkek gibi yetiştirilerek toplum içinde özgürce hareket etmelerine imkân tanıyan Bacha Posh ve küçük erkek çocukların yaşça büyük erkekler tarafından sömürüldüğü Bacha Bazi. Her iki yapıyla da ilişkili insanlarla tanıştım. Yolculuk ettikçe savaş, kayıp ve hayatta kalmaya dair hikâyeler duydum ve bunlar zihnimde yer etti. Nehir kıyısında cesetleri gömen bir adamla tanıştım – filmdeki mezarcı karakteri o adamdan esinlendi. Tek bir hikâye anlatmak istemedim; hafıza ve dirence dair küçük bir dünya yaratmak istedim – sinemayı bu hayatların kesiştiği bir mekân olarak gördüm.
Filmde karakterlerin buluşma noktası olan Cinema Jazireh de kurgusal. “Jazireh” kelimesi “ada” anlamına geliyor; bu bir sığınak çağrışımı yaratıyor. Bu mekân hakkında ne söylersiniz?
Evet, Cinema Jazireh savaşın ulaşamadığı, tamamen kurgusal bir sembolik alan. Keder ve umut taşıyan yabancıların bir araya geldiği bir sığınak. 1990’ların popüler kültürünün sembolü haline gelmiş Titanic filmini izliyorlar; bu film onlar için bir metafora dönüşüyor: batan hayallerin ve çökmekte olan sistemlerin dünyası.
Film, kendini erkek kılığında gösteren bir kadına odaklanıyor. Bu karakterin özel bir ilham kaynağı var mı?
Leyla tek bir kişiden değil; Afganistan’da tanıştığım birçok güçlü kadından ve arkeolog olan annemden esinlenerek yaratıldı. Annem olmasaydı nasıl bir hayat yaşardı, bunu sık sık merak etmişimdir. Kabil’de olağanüstü bir duruşu olan bir kadın taksi şoförüyle tanıştım. Leyla karakterini şekillendiren kadınlar bu türden kişilerdi. Filmde kayıp olan oğlu Omid’in adı, Türkçede “umut” anlamına geliyor. Leyla, çocuğunu kaybetmiş eski bir öğretmen ve sınırı geçmeye çalışıyor. Ama onun bitmek bilmeyen arayışı, hâlâ mümkün olabilecek umut dolu bir geleceğin metaforu.
Bu bölgedeki filmlerde nadiren rastlanan bir queer hikâye de mevcut. Bu fikir nasıl ortaya çıktı?
Dust’u bitirdikten sonra kendi kendime “Artık Afganistan’la işim bitti” dedim. Duygusal olarak çok yıpratıcıydı. Ama sonra zihnime tuhaf bir grafik karşıtlık geldi: Erkek kılığında bir kadın ve kadın kılığında bir erkek. Neden böyle olmuşlardı?
Afganistan’da toplumsal cinsiyet ve cinsellik Batı’dakinden çok farklı şekillerde inşa ediliyor. Bacha Bazi’ye maruz kalan çocuklarla tanıştım. Birçoğu kendini queer olarak görmüyordu – sadece yaşlı erkekleri memnun ederek hayatta kalmaya çalışıyorlardı. İçlerinden biri bana “Burası benim cennetim. Gidecek başka yerim yok.” dedi. Bu replik filmde yer aldı. Zabur karakteri sadece bir kurban değil; aynı zamanda bildiği şeylerin ötesinde bir şeyin hayalini kuruyor. Film, queerlik hakkında politik bir mesaj vermiyor; baskıcı rejimlerin her iki cinsiyeti de nasıl etkilediğini gösteriyor.
Filmde Azad’ı oynayan Ali Karimi’den bahseder misiniz? Onu nasıl seçtiniz?
100’den fazla video izledikten sonra onu bulduk – yetenekli, sezgileri kuvvetli ve korkusuz biri. Ailesini sürece dâhil ettik ve baştan sona bir psikolog eşliğinde çalıştık; bu süreci bir oyun olarak çerçeveledik. Onun kendini güvende ve korunmuş hissetmesi benim için çok önemliydi. Bu tür bir filmi ancak güven gerçek ve karşılıklı olduğunda çekebilirsiniz.
Afganistan’da çekim yapmanın zorlukları nelerdi?
Sadece birkaç sahneyi sınır bölgesinde çektik, geri kalanının çoğu Türkiye’de çekildi; çünkü coğrafi yapı ikna edici derecede benzerdi. Bugün Afganistan’da çekim yapmak neredeyse imkânsız – yalnızca politik nedenlerle değil, sanat için gerekli altyapının yok edilmesinden dolayı da. Yerel sanatçılar bile özgürce çalışamıyor. Cinema Jazireh’in amacı, Afgan kadınlarının durumu, eğitim eksikliği ve temel haklardan yoksunlukları ile ülkedeki yoksulluk ve suya erişim sorunu hakkında farkındalık yaratmak.
1980 doğumlu Gözde Kural, Türk sinemacı ve senaristtir. İlk filmi Dust (Kum) ile uluslararası festivallerde dikkat çeken Kural, ikinci uzun metrajı Cinema Jazireh ile Karlovy Vary 2025 Uluslararası Film Festivali’nin Kristal Küre Yarışması’nda dünya prömiyerini gerçekleştirdi. Filmin Taliban dönemi Afganistan’ındaki kadın direnişine dair anlatısı, festival jürisi tarafından uygar bakışlı ve önemli bir vizyon olarak değerlendirildi. Gözde Kural, sinemada hafıza, kimlik ve direniş temalarına dair duyarlı bir anlatı dili kuruyor.
Bulgar asıllı kültür gazetecisi, film eleştirmeni ve küratör olan Mariana Hristova, özellikle Orta ve Doğu Avrupa sineması üzerine uzmanlaşmıştır. Cineuropa, Kino, FIPRESCI, Modern Times Review gibi yayın organlarına düzenli olarak katkı sunan Hristova, aynı zamanda çeşitli film festivallerinde jüri üyeliği ve danışmanlık yapmaktadır. Barselona merkezli çalışmalarını sürdüren yazar, belgesel sinema, kadın yönetmenler ve bağımsız film üretimi konularındaki duyarlılığıyla tanınır. Söyleşilerinde genellikle kültürel bağlama ve politik alt metne odaklanır.