Bazı nesnelerin hafızası vardır. Bir çay fincanının kulpuna sinmiş eski bir dokunuş, sayfaları sararmış bir kitabın arasına sıkışmış bir tren bileti, yıllar önce not düşülmüş bir tarih… Eskiden bir nesne, sadece bir nesne değildi. İnsan ona dokundukça, ona bakıp düşündükçe, onunla yaşadıkça bir ruh kazanırdı. Şimdi ise şeyler hızla tüketilip atılıyor. Peki, eşyalar bizimle yaşamıyor mu artık?
Walter Benjamin, “sanat eserinin aura’sı” kavramını ortaya atarken, bir şeyin ruhunun onun “biricikliğinde” saklı olduğunu söylüyordu. Bir nesne, zamanın içinde var oldukça, ona temas eden insanların izleriyle doldukça kendine özgü bir varoluş kazanıyordu. Oysa şimdi endüstriyel üretimin kusursuz seri üretim kalıpları, her nesneyi birbirinin aynı ve kişiliksiz hâle getirdi. Aura kayboldu.
Peki, gerçekten ne değişti? Nesnelerin bir ruhu olabilir mi? Yoksa tüm bunlar yalnızca insanın onlara yüklediği bir yanılsamadan mı ibaretti?
Bu soruların cevabı belki de şurada gizli: Kaybettiğimiz nesnelerin arkasından artık üzülmüyoruz. Yitip giden bir çakmak, unutulan bir kitap, kaybolan bir kolye eskisi kadar içimizde bir boşluk açmıyor. Çünkü yerine yenisini koymak çok kolay. Neredeyse her nesne, kendini bize ait hissettirmeye fırsat bulamadan ömrünü tamamlıyor.
Öyleyse, nesneler ruhlarını mı kaybetti, yoksa biz onlara ruh verme yetimizi mi yitirdik?
Şeylerin Hafızası Silindi
Bir zamanlar nesneler, yalnızca işlevlerinden ibaret değildi. Bir çakmak, yalnızca ateş yakmazdı; bir yolculuğun, bir sohbetin, bir aşkın tanığı olabilirdi. Bir saat, zamanı göstermenin ötesinde, nesilden nesile aktarılan bir hatıra, bir baba oğul arasında sessizce devredilen bir miras olabilirdi. Peki, şimdi ne değişti?
Eskiden bir eşyayı saklamak, ona yüklenen anlamla mümkündü. İnsanlar, özenle saklanmış mektupları, mürekkebi solmuş kartpostalları, dededen kalan bir tespihi yıllarca bir çekmecenin köşesinde tutar, onların geçmişle bağ kurmalarına aracılık etmesine izin verirlerdi. Şimdi ise her şey daha “hafif.”
Peki, dededen kalma bir saat ile yeni alınmış bir akıllı saat arasındaki fark nedir?
Bir köstekli saat, üzerindeki çiziklerle, geçmişinden izler taşıyan kadranıyla, belki de sahibinin parmaklarına sinmiş eski bir dokunuşla yaşardı. Zamanın ruhuna tanıklık ederdi. Şimdi ise saatler, teknolojik bir “güncelleme” nesnesi. Eskisi bozulmadan bile yenisi alınıyor, çünkü her şey sürekli yenilenmek zorunda. Eskiyen saat tamir edilmez, çünkü onun yerine koymak, ona emek vermekten daha kolay.
Tarihi olan nesneler neden kıymetsizleşti?
Bugün bir nesnenin eski olması, onun değerli olduğu anlamına gelmiyor. Eski bir sehpa, bir zamanlar ustasının elinden çıkmış bir işçilik harikasıyken, şimdi “modası geçmiş” diye elden çıkarılıyor. Çünkü çağın bakış açısı “yenisi daha iyidir” anlayışı üzerine kurulu.
Eskiden eşyalar, sahiplerinin hikâyesini taşırdı. Şimdi eşyalar, hikâyelerin önüne geçiyor. Fotoğraf albümleri yerine bulut depolamalar, mektuplar yerine emojili mesajlar, hatıralar yerine anlık paylaşımlar var. Şeylerin hafızası silindi. Ama belki de daha kötüsü, bizim hafızamız silindi.
Eşyalarla Kurduğumuz Bağ Neden Koptu?
Bir zamanlar bir şeyin eskimesi, onun değer kaybetmesi değil, hatıralarla daha fazla zenginleşmesi anlamına gelirdi. Elde dikilmiş bir gömlek, kullanıldıkça sahibinin üzerine daha iyi otururdu. Bir bavul, yıllar içinde derisinin kırışıklıklarına yolculukların izini işlerdi. Şimdi ise nesneler yaşlanmadan ölüyor.
Bunun en büyük sebebi, eşyaların ömrünün bilinçli olarak kısaltılması. Kapitalizmin “planlı eskitme” stratejisi, nesneleri işlevsel olarak yaşatmaya değil, mümkün olan en kısa sürede tüketmeye yönelik. Telefonların bataryaları, bilgisayarların işlemcileri, giysilerin dikişleri… Hepsi, “bozulması için tasarlanmış.”
Nesnelerin ömrü neden bu kadar kısa?
Kapitalizm, duran bir nesneye tahammül edemez. Çünkü bir şeyin uzun yıllar dayanması, yenisinin satılmasını engeller. O yüzden, “güncellenemeyen” nesneler üretiliyor. Eskiden sağlam bir koltuk ömürlük olurdu; şimdi ise birkaç yıl içinde içi çöken, modası geçen bir mobilya haline geliyor.
Peki, bir şeyi onarmak yerine yenisini almak neden daha “mantıklı” hâle geldi?
Bir eskiciye gidip bir nesneyi tamir ettirmek artık hem zaman kaybı hem de çoğu zaman daha pahalı. Tüketim kültürü, bizi “bozulanı onarmak yerine yenisini almaya” programladı. Önceden bir ayakkabıyı tamir ettirirdik; şimdi ise birkaç ay giyilip kenara atılan yüzlerce model var. Çünkü sistem, bizi bağ kurduğumuz nesnelerden koparmak istiyor.
Gerçekten her şey “kullan-at” mı olmalı?
Bugün sahip olduğumuz nesneler, artık bizimle birlikte yaşlanmıyor. Kullan-at anlayışı, sadece nesneleri değil, duygularımızı da sıradanlaştırıyor. Bir zamanlar, bir eşyaya anlam yüklemek onu yaşatmanın bir parçasıydı. Şimdi ise onları “tüketmenin” büyüsüne kapıldık.
Öyleyse, biz mi eşyaları hızla tüketiyoruz, yoksa sistem mi bizi tüketime bağımlı kılıyor?
Minimalizm mi, Tüketim mi?
Bir zamanlar az şeye sahip olmak, zorunluluktu. İnsanlar, az ama anlamlı eşyalar edinir, onları yıllarca saklar, gerekirse tamir ederdi. Şimdi ise minimalizm bir lüks haline geldi. “Az ama öz” diyerek, daha az eşya satın almak yerine, az ama daha pahalı şeyler almak teşvik ediliyor.
Minimalizm, gerçekten sadeliğe övgü mü, yoksa kapitalizmin kendini yeniden icat etme biçimi mi?
Eskiden bir eşyadan kolay kolay vazgeçilmezdi. Şimdi ise “fazlalıklardan kurtulmak” neredeyse bir ibadet gibi yüceltiliyor. Kullanmadığın eşyaları at, gözünün önünü temizle, ruhun hafiflesin… Peki, bu gerçekten bir özgürleşme mi, yoksa bir tüketim taktiği mi?
Minimalizmin Görünmeyen Paradoksu
Minimalizm ideali, çoğu zaman “az ama kaliteli” nesnelere sahip olmakla ilişkilendirilir. Ama bu noktada tüketim kültürünün bu hareketi hızla sahiplendiğini fark ediyoruz. Artık sadeleşmek, eşyalarını atıp yerine “doğru” olanı almak anlamına geliyor.
Plastik kapları at, yerine cam şişeler al.
Kıyafetlerini azalt, ama sürdürülebilir moda markalarından yeni şeyler al.
Evin sade olsun, ama en minimalist tasarıma sahip pahalı eşyaları al.
Sonuçta minimalizm bile bir “ürün” hâline geldi. Marie Kondo’nun “sadece seni mutlu eden şeyleri tut” mottosu bile bir pazarlama stratejisine dönüştü. İnsanlar, daha az şeye sahip olmanın, yeni ve daha “doğru” şeyler almak için bir bahane hâline geldiğini fark etmiyor.
Peki, gerçekten az şeye sahip olmak ile anlamlı nesneler biriktirmek arasındaki fark nedir?
Minimalizm, ruhunu kaybetmiş nesnelerden kurtulmak mıdır, yoksa nesnelerle yeni bir bağ kurmak mı?
Sadece birkaç obje ile yaşamak gerçekten özgürleştirici mi, yoksa eşyaları hayatımızdan çıkarmak bile yeni bir statü göstergesine mi dönüştü?
Eğer minimalizm de bir tüketim biçimine dönüşüyorsa, şeylerin ruhuna gerçekten fatiha okumamız mı gerekiyor?
Nesnelerin Ruhuna Fatiha – Artık Geri Dönüş Yok mu?
Bir zamanlar eşyalar bizimle yaşlanırdı. Dedemizin cebinde yıllarca taşınan tespih, annemizin sakladığı bir sandık dolusu mektup, sayfaları sararmış bir kitap… Bunlar yalnızca nesneler değildi; zamanın içinden geçerek bizimle birlikte soluk alan tanıklardı.
Şimdi, elimizde tuttuğumuz şeyler eskimiyor bile. Çünkü yaşlanmalarına fırsat vermeden yenilerini alıyoruz. Bir nesnenin bize ait hissettirmesi için ona zaman tanımıyoruz. Yeni bir telefonun kutusunu açtığımızda duyduğumuz heyecan, bir ay sonra kayboluyor. Bir yıl içinde eskiyor, iki yıl içinde modası geçiyor, üçüncü yılın sonunda bir çekmecede unutuluyor.
Belki de mesele eşyaların ruhlarını kaybetmesi değil, bizim onlarla ilişkimizi değiştirmemizdir. Çünkü artık onları birer hatıra olarak saklamıyoruz, yalnızca kullanıp atılacak araçlar olarak görüyoruz. Nesneler eskimeden ölüyor.
Ama hâlâ bazı şeyler yaşıyor olabilir mi?
Hâlâ eski bir kitap sayfasını çevirdiğimizde, o yıllar önce okumuş olduğumuz cümleyle göz göze geldiğimizde, eski bir plâğın çıtırtısında bir zaman kapsülüne girdiğimizde bizi geçmişe bağlayan şeyler var mı? Yoksa tüm nesneler gibi, hatıralarımız da “güncellenebilir” mi?
Belki de bazı şeyleri hâlâ sevebiliriz. Bir nesneyi sırf işlevinden ötürü değil, bize anlattığı hikâyeler yüzünden saklayabiliriz. Ama kim bilir?
Belki de gerçekten şeylerin ruhuna Fatiha okumamız gerekiyordur.