Geçen gün, kalabalık bir arkadaş buluşmasında fark ettim: Biri bir konuya dair düşüncesini söylemiyorsa, hemen ardından “Sen ne düşünüyorsun?” diye soruluyor. Sanki sessiz kalmak ya bir kusur ya da bir eksiklikmiş gibi. Oysa bazen insan sadece dinlemek ister. Bazen zihninden geçenler henüz kelimeye dönüşmeye hazır değildir. Bazen de hiçbir şey dememek, verilebilecek en dürüst cevaptır.
İçinde yaşadığımız zaman, fikir üretmek kadar onu hemen ve mümkünse net bir biçimde ifade etmeyi de zorunlu kılıyor. Kararsızlığa, belirsizliğe ya da sadece sessizce durmaya yer yok gibi. Hele ki bir olay yaşanmışsa, hele ki herkes bir şey söylüyorsa, susanlar sanki ya bilgisiz ya da duyarsız sayılıyor.
Oysa konuşmak kadar konuşmamak da bir seçenektir. Belki de daha fazlası… Ama nedense, susmak yalnızca utanılacak, açıklanacak ya da savunulacak bir şeymiş gibi muamele görüyor.
Peki, neden? Neden konuşmamak bu kadar tuhaf, bu kadar tedirgin edici bir hâl aldı? Sessizlik ne zaman boşluk sayılmaya başlandı?
Düşünceyi Taşıyan Bir Varlık Olarak Sessizlik
“Üzerine konuşulamayan hakkında susmalı.”
Wittgenstein’ın bu cümlesi, çoğu zaman bir sınır çizmek için alıntılanır. Bilginin sınırı, dilin sınırıdır; kelimeye dökülemeyen düşünce ya da duygulara dair susmak gerekir. Ama ya bu suskunluk sadece bir sınır değilse? Ya da başka bir biçimde düşünmenin kendisiyse?
Sessizlik, düşüncenin yokluğu değil; bazen onun en yoğun hâlidir. Konuşmak, düşünceyi şekillendirmenin yollarından biridir, evet. Ama bazen düşünce o kadar kırılgandır ki, kelimeye girince dağılır. Sessizlik bu yüzden, düşüncenin kendini koruduğu bir alan olabilir. Henüz şekillenmemiş, ama varlığı hissedilen bir şeyin mevcudiyeti gibi.
Zen ustaları, her soruya cevap vermezler. Bazen sadece susarlar ya da başka bir hareketle yanıt verirler. Çünkü bazı cevaplar, kelimeyle değil, tecrübe ile anlaşılır. Aynı şekilde sufiler için de “susmak”, iç dünyanın sesine kulak vermek anlamına gelir. Çünkü bazen iç ses, dış sesle boğulur.
Sessiz kalmak, düşünmek için zaman tanımaktır. Anlamı bulmak değilse bile, aramak için bir boşluk açmaktır. Ve belki de o boşluk, gerçek düşüncenin filizlendiği yerdir.
Ama artık öyle bir çağdayız ki, boşluk bırakmak neredeyse yasak…
Fikrin Olmaması Yetmiyormuş Gibi, Söylememen de Yasak
Artık bir olay yaşandığında yalnızca ne düşündüğün değil, bunu ne kadar hızlı ve net biçimde ifade ettiğin de sorgulanıyor. Gecikmiş bir yorum bile şüphe yaratabiliyor. Konuşmazsan, ya kayıtsızsın ya da karşısın. Sessizlik, durmak değil artık; pozisyon belirtmemek gibi görülüyor. Ve bu da birçokları için tolere edilemez bir hâl.
Sosyal medya bunun en keskin örneği. Herkes bir şey söylüyor, bir şey paylaşıyor, bir şeyin tarafında konumlanıyor. Bunu yapmayanlar hemen “Sen neden bir şey demedin?” diye sorguya çekiliyor. Oysa susmak da bir seçenektir, hatta bazen en çok şey söyleyen eylemdir.
Ama günümüzde susmak; bilgi eksikliğiyle, ilgisizlikle ya da bazen suç ortaklığıyla eş tutuluyor. Düşünmek için zaman istemek, konuyu anlamak için mesafe koymak ya da sadece bir meseleyi üzerine alınmamak artık neredeyse ayıplanıyor. Bu da insanı, düşünceden çok refleksle hareket etmeye zorluyor.
Sanki içsel bir ölçü yerine dışsal bir takvimle hareket ediyoruz. Sanki düşünce bir durma biçimi olmaktan çıkıp bir yarışa, bir tepki hızına indirgeniyor. Oysa düşünmek bazen ağırdır. Yavaş gelir. Ve düşüncenin o ağır sessizliği, şimdilerde hiç kimsenin tahammül edemediği bir şey.
Oysa susmak her zaman bir eksiklik ya da temkinli bekleyiş değildir; bazen en radikal eylem de olabilir.
Bu hız baskısına karşı son yıllarda dile gelen “yavaş felsefe” kavramı, aslında tam da bu ruh hâline bir itiraz. Ivan Illich’in modern kurumları ve araçları sorgulayan yaklaşımı, Byung-Chul Han’ın dikkat yitimi ve aşırı pozitiflik eleştirisi, Carl Honoré’nin “Yavaşlık Manifestosu”nda vurguladığı gibi: Hızın alternatifi tembellik değil, derinliktir. Hızlı düşünce, çoğu zaman derinliksizdir; her yere çarpar, ama hiçbir yere kök salmaz. Sessizlikse, düşüncenin kök salma ihtimalini içinde taşır. Yavaş olmak, geç kalmak değil; kendi zamanına sadık kalmaktır.
Sessizlik: Direniş mi, Kaçış mı?
Bazen sessizlik korkaktır. Bir şey söylememek, olan biteni görmemek ya da görmek istememek demektir. Suçun ortağı olmamak için hiçbir şey yapmamak, bazen en büyük ortaklık olabilir. “Zulme rıza, zulümdür” cümlesi boşuna bu kadar çok tekrar edilmez.
Ama bazen de sessizlik, başka türlü bir direniştir. Göstermemek, bağırmamak, açıklamamak: Bütün bunlar da birer duruştur. Rosa Parks’ın oturduğu koltukta sessizce kalması, haykırmadan haykırmaktır. Ya da bir pankart bile taşımadan, bir meydanda hareketsizce durmak. Böyle sessizlikler, sadece dikkat çekmez; aynı zamanda rahatsız eder. Çünkü sesin yokluğu, alışıldık olanı bozar.
İtaat ile karşı durmak arasındaki çizgi her zaman net değildir. Hele ki konuşmamak gibi çok anlamlı bir eylem söz konusuysa. Bazı insanlar konuşmadığı için, bazı kurumlar suskunlukla çevrili olduğu için bazı şeyler görünmez kalır. Ama bazı sessizlikler de, bir şeyin görünürlüğünü çoğaltır. Göz göze gelmeden, bir şey demeden, ama yine de her şeyi söyleyerek.
Bu yüzden sessizliği hemen olumlamak ya da mahkûm etmek kolay değil. Asıl mesele, bu sessizliğin neye hizmet ettiğini, neye karşı durduğunu ya da neyin önünü açtığını anlayabilmekte.
İlişkilerde Sessizlik: Anlaşmanın Başka Biçimi
Bazen bir sessizlik, bin kelimeden daha çok şey söyler. Üstelik bunu o anda fark etmeyiz; ancak sonradan, o suskunluğun ardında duran duygular bir bir döküldüğünde anlarız. İnsan ilişkilerinde sessizlik, çoğu zaman bir eksiklik gibi görülür: Konuşulmayan, söylenmeyen, dile gelmeyen şeyler birikir. Ama bazen de sessizlik, en derin bağların zeminidir.
Uzun süreli dostluklarda olduğu gibi, bir şey söylemeden de anlaşabilmek mümkün olur. Hatta bazen sessiz kalabilmek, ilişkinin ne kadar güçlü olduğunu gösterir. Çünkü ancak yanında susabildiğimiz insanlara gerçekten yakınız. O sessizlik rahatsız etmez, hatta dinlendirir.
Ama bu her zaman böyle değildir. Sessizlik bazen de kopuşun habercisidir. Konuşacak şeyin kalmaması değil, konuşmaya istek duymamak. Bir bakışın cevapsız kalması, bir cümleye karşılık gelmemesi… İlişkilerdeki sessizlik, hem yakınlığın hem uzaklığın habercisi olabilir.
Bütün mesele, o sessizliğin içeriğiyle ilgilidir. İçinde sevgi mi var, kırgınlık mı? Kabullenme mi, yoksa vazgeçiş mi? Çünkü sessizlik bazen anlayış olur, bazen anlaşmazlık. Bazen yoldaşlık, bazen yorgunluk.
Ve galiba en çok da burada belli olur sessizliğin dili: Sevdiğimiz birinin bizimle konuşmadığı anlarda. O anlarda sessizlik, bir boşluk değil; dolu dolu, hatta bazen taşarak akan bir şeydir. Kelimeye ihtiyaç duymadan içimizi dolduran, ama tam da bu yüzden biraz ürküten bir şey.
Seyirci Kalmak, Sessiz Kalmak
Toplumsal olaylar karşısında susmak, belki de en çok tartışılan sessizlik biçimi. Bir felaket yaşanır, bir adaletsizlik görülür, bir grup insan haklı olarak bağırır. O sırada susanlar hemen işaret edilir: “Siz neden bir şey demiyorsunuz?”
Bu itiraz çoğu zaman haklıdır. Çünkü bazı anlar, sadece izleyerek geçiştirilemeyecek kadar ağırdır. Sıradan bir sessizlik değildir bu; bir tercihtir. Ve tercihler, sonuç doğurur.
Ama bu noktada iş karmaşıklaşır. Çünkü herkesin suskunluğu aynı sebepten kaynaklanmaz. Kimi korktuğu için susar, kimi yorulduğu için, kimi de hangi kelimenin neyi çoğaltacağını bilemediği için. Bazen susmak bir kaçış, bazen bir hazırlık, bazen de sadece bir donma hâlidir. Ve dışarıdan bakan, bunu her zaman ayırt edemez.
Toplumsal hafıza, suskunlukla örülür. Bazı olaylar konuşulmadığı için kaybolur; bazı acılar dillendirilmediği için süreklilik kazanır. Ama bir yandan da sessizlik, her zaman işlevsiz değildir. Çünkü her bağırış duyulmaz, her cümle anlaşılmaz. Bazen sessizlik, sadece bir cümlenin öncesindeki bekleyiştir. Ya da sonrasındaki yankı.
Bu yüzden seyirci kalmakla sessiz kalmak arasındaki farkı netleştirmek kolay değildir. Bir şey dememek, her zaman hiçbir şey söylememek değildir. Ama yine de bazı anlar vardır ki, o anlarda susmak—her nasıl niyetle yapılırsa yapılsın—başkalarının sesiyle aramıza bir perde çeker. İşte o perde, bazen bir öfkenin, bazen de bir sessiz suçlamanın kaynağı olur.
Konuşmanın Değil, Sessizliğin Etiği
Her şeyin bu kadar hızlı tüketildiği, her fikrin anında paylaşıldığı bir çağda sessizlik, belki de en radikal eylem biçimlerinden biri. Ama aynı zamanda en muğlak olanı da. Çünkü sessizliği ölçmek mümkün değil. İçeriğini bilmek, niyetini anlamak çoğu zaman imkânsız. Bu da onu hem güçlü hem de tehlikeli kılıyor.
Konuşmanın bir ritüeli, bir zamanlaması, bir biçimi vardır. Ama sessizlik öyle değil. Sessizlik, çoğu zaman kendi kurallarını kendi koyar. Tam da bu yüzden bazen rahatsız eder, bazen de derin bir huzur verir. Sessizlik hem anlayışın hem iletişimsizliğin adı olabilir. Hem direnmenin hem vazgeçmenin. Ne olduğu kadar, neye dönüştüğü de önemlidir.
Belki de bu yüzden sessizliği bir eksiklik olarak değil, bir etik mesele olarak düşünmeliyiz. Ne zaman susarız? Ne zaman susmamalıyız? Sessizliğimiz kimden yanadır, kime karşıdır? İçerdiği potansiyel her zaman aynı değildir; ama o potansiyel her zaman gerçektir.
Bu yazı, sessizliği yüceltmek için değil; onu, konuşmanın gölgesinden çıkarıp kendi başına düşünmeye değer bir şey olarak görmek için yazıldı. Çünkü bazen bir sessizlik, binlerce kelimenin önüne geçebilir. Ama bazen de, o binlerce kelimenin yokluğuyla ağırlaşır.
Ve belki de en önemlisi şu: Sessizlik sadece bir boşluk değil, bir varlık hâlidir. Tıpkı ses gibi. Tıpkı düşünce gibi. Ve belki, tıpkı biz gibi.