Sanatçı ile menajer: İki yaralı ruhun denge arayışı

Gündeme Ayşe Barım'la birlikte menajerlik müessesi düştü. Ancak görünen o koca yapının sadece bir yüzü... Oysa köklü bir geçmişi var ve sanat üzerinde de ciddi tehditleri... İşte örneklerle sanatçı-menajer birlikteliğinin kısa tarihi...

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, bazı sanatçı ve oyuncuların menajerliğini yapan Ayşe Barım hakkında sosyal medya platformlarında yer alan paylaşımlar ve haberlerdeki iddiaları ihbar kabul ederek soruşturma başlattı. Takibinde de Serenay Sarıkaya, Halit Ergenç, Dolunay Soysert, Nedim Saban gibi kişiler ifadeye çağrıldı. Çetrefilli Barım dosyasının henüz kapağı açılmışken Gezi gölgesi düştü olayın ve kişilerin üstüne… Düğüm, oldu kördüğüm…

Hazır söz menajerlikten açılmışken, sanat ve sanatçı ile ilişkisine bakmak, dünden bugüne bir çizgi çekip bazı satırların altını çizmek istedim.

Şöyle ki: Sanatçı ile menajer arasındaki ilişki, zamanla bir evrim geçirmiş, yüzlerce yıllık bir tango gibi, adımlarını toplumun ve kültürün döngülerine göre atmıştır. Bir zamanlar bu ilişki, sanatın saf ve dokunulmaz öznelliğiyle harmanlanmış bir sadakat dansıydı. Sanatçının içsel dünyasının zarif çiçekleri, menajerin ellerinde pratik ve pazarlık boyutlarına dönüştürülürdü. Bir yanda yaratımın coşkusuyla yanıp tutuşan bir zihin, diğer yanda bu yanmayı dış dünyaya taşımak için stratejiler üreten bir zihin. Bir yanda özgürlüğün kanatlarında süzülen bir ruh, diğer yanda ise bu uçuşu gerçek dünyada yere indirme sorumluluğunu taşıyan bir omuz.

Ancak zamanla, bu ilişki değişime uğradı. Sanat, giderek daha çok pazara ve markaya dönüştü. Sanatçı, yalnızca yaratıcı değil, aynı zamanda bir ürün haline geldi. Menajer, sanatçının kendisini bulduğu, ancak o bulduğu kimliği dış dünyaya pazarlamaktan başka bir işlevi olmayan bir figür haline geldi. Ticaretin ve kapitalizmin soğuk rüzgarları, bu ilişkiyi sadece bir iş birliğinden çok, bir pazar ilişkisine dönüştürdü. Artık sanatçı, yalnızca kendi duygularını ve fikirlerini ifade etmekle kalmıyor; aynı zamanda bir marka, bir imaj yaratmak zorunda. Menajer ise bu imajın her detayıyla ilgileniyor, yaratılan “sanatçı”yı, başkalarına satılabilir bir şeye dönüştürüyordu.

Ama yine de, sanatçı ile menajer arasındaki ilişki, bir ticaretin ötesine geçebilecek kadar karmaşıktır. Çünkü öznenin özgürlüğü, bu ilişkiyi bir şekilde yoğurur. Menajer, sadece bir ticaretin temsilcisi değil, bir anlamda sanatçının içsel dünyasının dışavurumuna yön verecek bir rehber, bir yol arkadaşı olabilir. Bazen bir sanatçının keşfetmeye cesaret edemediği yolları gösteren, bazen de ona en zor anlarında umut veren bir figürdür. Gerçekten de, her ticari ilişkide olduğu gibi, sanatçı ile menajer arasındaki bu bağın da derin bir insanî boyutu vardır; en nihayetinde, sanat ve ticaret arasındaki o ince çizgide, birbirlerine tutunan iki yaralı ruh vardır.

Çağ değiştikçe ilişkinin şekli de değişti

Sanatçı ve menajer arasındaki ilişki, bir zamanlar hayal gücünün, yaratıcı özgürlüğün ve ticaretin ince bir dengesi gibiydi. Bir zamanlar bu ilişki, sanatçının içsel dünyasındaki ateşi dışa vurma çabasıyla, menajerin onu bu ateşi koruyarak şekillendirme gayreti arasında bir dansa dönüşmüştü. Fakat çağ değiştikçe, bu ilişki de şekil değiştirdi. Günümüzün dünyasında, sanatçı ve menajer arasındaki bağ, sadece bir sanat eserinin doğumunu değil, aynı zamanda onun ticaretini, markasını, sosyal medya imajını ve satılabilirliğini de kapsayan karmaşık bir yapıya dönüştü.

Bugün sanatçının öznelliği, menajerin elinde daha çok bir stratejiye dönüşmüş durumda. Artık bir sanatçı yalnızca bir yaratıcı değildir; o aynı zamanda bir markadır, bir sosyal medya fenomenidir, bir gelir kaynağıdır. Menajer, sanatçıyı bir hikâyenin anlatıcısı olarak değil, bir ürün olarak görmeye başladığında, sanat ile ticaret arasındaki çizgi silikleşir. İmaj, pazarlama ve medya, her bir kararın merkezine yerleşirken, sanatçının içsel dünyası çoğu zaman gölgede kalır.

Fakat her ilişki gibi, bu bağ da farklı yönlere evrilebilir. Sanatçı ile menajer arasındaki ilişki, bazen bir uyum içinde gelişen, birbirini tamamlayan bir dansken, bazen de çatışmalarla dolu, sömürüye dayalı bir çıkar mücadelesine dönüşebilir. Hangi yol seçilirse seçilsin, sonuçlar genellikle sadece iki tarafı değil, tüm kültürü etkiler.

Sanatçı bir varlık mı, bir marka mı?

Beyoncé ve Mathew Knowles’un hikâyesi, sanat ve ticaretin birleşiminden doğan bir başarı öyküsüdür. Mathew, kızının kariyerini bir vizyonla şekillendirirken, ona sadece bir baba olarak değil, aynı zamanda bir stratejist olarak da hizmet etti. Beyoncé, o müzik dünyasında parlayan yıldızlardan biri haline gelirken, her bir adımını babasının yönetiminde attı. Ancak zamanla, yaratıcı özgürlüğün arzusu, bir aile bağının ötesine geçti ve Beyoncé, kendi kimliğini oluşturabilmek için yolculuğunda yeni bir yön aradı. Menajerlik, sanatçıyı sadece bir varlık olarak değil, bir marka olarak da yönetmek zorunda kalıyordu; işte tam burada, ticaretin soğuk rüzgarları bazen özgürlüğün en güzel çiçeklerini ezdi.

Ve sonra Taylor Swift ile Scooter Braun arasındaki hukuki savaş gelir. Sanatçı, müziğinin kontrolünü kaybetmenin acısını yaşarken, menajerlik ilişkisi, bir “mülkiyet” savaşına dönüşür. Kendi şarkılarının haklarını geri almak için verdiği mücadele, sanatçının mülkiyet üzerindeki kontrolünün ne denli önemli olduğunu gözler önüne serer. Swift’in müzik hakkındaki duruşu, sadece bir sanatçının sahip olması gereken öznellik anlayışının değil, aynı zamanda kendi yaratıcılığının hakkını savunmanın da bir sembolüdür. Burada, sanatçı ile menajerin ilişkisindeki çatlak, bir yarayı simgeler; ticaretin insanî olanı silikleştirerek egemen olduğu bir dünyada, sanatçı kendi kimliğini yeniden bulmak için mücadele eder.

Ve son olarak, Lou Pearlman’ın ve Backstreet Boys’un hikayesi gelir. Pearlman, grubu sadece bir iş modeli olarak görmüş, onlardan zenginleşmiş ve sanatçılarının yeteneklerini yok sayarak kendi çıkarlarını kollamıştır. Onun menajerliği, sanatçılarının emeğinden faydalanmanın ötesine geçer. Gerçekten de, bazen menajerlik ilişkileri, sanatçıyı yalnızca bir malzeme olarak kullanmakla kalır; bu tür kötü örnekler, sanatçıyı kendi yaratıcı özgürlüğünden mahrum bırakırken, menajeri kendi çıkarlarını birincil öncelik hâline getirebilir.

Özgürlük arayışı

Bu ilişkilerin her birinde, sanatçının kendi yaratıcı kimliğini koruma çabası, menajerin bu kimliği şekillendirme ve pazarlama arzusu ile karşı karşıyadır. Ticaretin soğuk mantığı ile sanatsal arzunun sıcak içgüdüsü arasında sıkışmış bir dansın içindedir her sanatçı. Kimi zaman bu ilişki bir yaratım gücüne dönüşür, kimi zaman ise bir çıkar çatışması… Sonuçta, sanatçılar her zaman bir parça öznelliklerini kaybetmeden ilerlemeyi arzu ederken, menajerler bu yolculuğu en verimli şekilde ticari bir başarıya dönüştürmeyi hedefler. Ama en nihayetinde, bu karmaşık ilişkilerin içinde, sadece bir şey değişir: Sanatçının öznelliği, her zaman bir adım daha geride bırakılır.

Sanat, her zaman bir özgürlük arayışıydı; bir ruhun, kelimelerin, fırçaların ya da notaların içinde dünyayı yeniden şekillendirme çabasıydı. Fakat zamanla, bu özgürlüğün etrafına örülen ağlar sıklaşmaya başladı. Sanatçının elinde olan bu ince tüy kadar değerli dünya, ticaretin ve gücün devasa makinasının pençelerine düşmeye başladı. Menajerlerin, sanatın ardındaki bu öznelliği biçimlendirme ve ona hükmetme çabası, adım adım tekelleşme uğraşına dönüştü. Öyle ki, sanat bir zamanlar ruhu parlatan bir yansıma iken, bugün daha çok pazarlanabilir bir ürün hâline gelmiş durumda.

Menajerlerin tekelleşme çabası, sadece bir işin kaygısını taşımaktan çok, sanatçının kimliğini bir meta olarak yeniden yaratma gayretine bürünmüştür. Bir zamanlar sanatçının içsel bir arzusu olan özgünlük, şimdi bir stratejinin ve planın parçası hâline gelmiştir. Oysa sanat, asıl bu özgünlükle, salt kendiliğiyle değer bulur. Ama bu dünyada, her sanatçının etrafını saran menajerler çoğaldıkça, özgünlük giderek kaybolur.

Kaybeden sanatın kendisi

Bugün, sanatçılar yalnızca yaratım sürecinde değil, aynı zamanda sosyal medyada var olma, kendi markalarını oluşturma ve ticaretle barışma zorunluluğuyla karşı karşıya kalıyorlar. Her yeni albüm, her yeni eser, sadece bir duygusal ifade değil; aynı zamanda menajerlerin ellerinde bir yatırım, bir pazar hamlesi haline geliyor. Sanat, artık yalnızca bir yaratıcı sürecin ürünü değil, aynı zamanda bir hesaplaşmanın, bir güç mücadelesinin de sonucudur. Ve her güç mücadelesinde olduğu gibi, kaybeden vardır. Kaybeden, sanatın kendisi olur. Yaratıcılığın saf hali, menajerlerin elinde parçalara ayrılır. Onun yerine, sadece bir ürün kalır; pazarlanabilir, satılabilir, tüketilebilir bir şey.

Tekelleşen menajerlik dünyasında, artık sanatçılar birer piyon gibi hareket eder. Özellikle büyük yapım şirketleri ve menajerlik ajansları, sanatçıları birer “değer” olarak görüp, onları kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirirler. Bir zamanlar özgürlüğün ve ifadenin aracı olan sanatçılar, bu denli büyük pazarın içinde, orijinal düşüncelerini kaybetmeye başlarlar. Menajerler, onları özgürlükten ziyade, belirli bir hedefe, belirli bir kitleye yönlendirme çabası içindedirler. Öyle ki, sanatçı artık yalnızca kendisini değil, aynı zamanda menajerinin, şirketinin ve medya dünyasının beklentilerini de taşımak zorunda kalır.

Ve ne yazık ki, bu süreçte kaybeden sadece sanatçılar değildir. Sanatın kendisi de yavaş yavaş solgunlaşır. Yaratıcı zihinlerin özgün ürünleri, hızla tüketilen ve yeniden üretilen birer seri ürüne dönüşür. Bir zamanlar derinlikli ve anlam yüklü olan her eser, ticaretin hızlı döngüsünde kaybolur. Her eser, bir rakam, bir satış sayısı, bir izlenme oranı haline gelir. İşte burada, sanat kaybeder. Özgünlük, anlam ve derinlik kaybolur. Yalnızca yüzeyde parlayan, tüketilmek için var olan bir sanat kalır.

Sanat ve tekelleşme

Bunun en acı örneklerini, sanatçının kendi kimliğini kaybetmeye başladığı anlarda görürüz. Menajerlik, sanatçıyı bir marka olarak şekillendirirken, özgün kişiliği bir kenara iter. Oysa her sanatçı, bir yaratımın özüdür; ancak o öz, zamanla menajerlerin pazar stratejilerine, şirketlerin ihtiyaçlarına ve medya dünyasının taleplerine boyun eğer. En sonunda, sanatçı kaybolur ve geriye sadece menajerin işlenmiş, pazar için hazırlanmış yüzeyi kalır.

Sanat, bu tekelleşme çabalarının içinde asla tek bir sesin çığlığı olmamalıdır. O, farklılıkların ve çeşitliliğin yansımasıdır. Ancak menajerlerin ve büyük şirketlerin ellerinde, sanat bir ürün, bir yatırım aracı hâline geldiğinde, bu farklılıklar da silinir. Bu, bir kayıptır. Ve kaybolan yalnızca sanatçının içsel dünyası değil, aynı zamanda insanlığın kendini ifade etme biçimidir.

Her sanatçı, bir zamanlar kendi ruhunu ifade etme özgürlüğüne sahipti. Fakat bugünün menajerlik dünyasında, bu özgürlük giderek küçülür. Menajerin elleri, sanatçıyı parçalarken, sanatçı kendi kimliğini yavaşça kaybeder. Ve sonunda, sanatın en değerli parçası — onun özüdür — yok olur.

Sanatın bu çetrefilli ve karmaşık ilişkiden sağ salim çıkabilmesi için, öncelikle menajerlerin ve sanatçıların, birbiriyle olan bağlarını sadece ticaretin soğuk parametreleri üzerinden kurmamaları gerekir. Sanatçı, yalnızca bir eser değil, bir öznellik, bir yaratım sürecidir; bu bağlamda, menajer de sanatçının vizyonuna sadık kalarak, onu en iyi şekilde dış dünyaya sunmalı, fakat asla bu vizyonu şekillendirme adına hırsla müdahale etmemelidir. Özgürlüğün ve kimliğin yok olduğu yerde, sanatın da yok olacağı unutulmamalıdır.

Gerçek başarı nedir?

Menajerlerin, sanatçıyı yalnızca bir “değer” olarak görmekten vazgeçip, onun bir insan olduğunu hatırlamaları gerekmektedir. Sanat, insanın derinliklerinden doğar; o nedenle bir sanatçıyı pazarlama stratejilerinin içinde boğmak yerine, onun içsel yolculuğuna saygı gösterilmelidir. Bir sanatçının yaratıcı kimliği, salt bir ürün ya da marka olmanın ötesindedir. Menajer, bu kimliği doğru anlayıp destekleyici bir rol üstlenmeli, ama aynı zamanda sanatçıyı ticaretin kıskacına düşürmeden özgürlüğünü muhafaza etmelidir. Gerçek başarı, bir sanatçının ve menajerin uyumlu bir biçimde, birbirinin değerlerine saygı duyarak çalışmasıyla gelir.

Bir diğer önemli nokta ise, sanatçının haklarının korunmasıdır. Sanatçının eserleri, onun özüdür ve bu öz, pazarlama ve satış dünyasında kaybolmamalıdır. Sanatçılar, eserlerinin sahipliği konusunda daha bilinçli olmalı ve menajerlerin, onları bu haklardan mahrum bırakmamaları için dikkatli bir denetim süreci izlemelidir. Mülkiyet hakları, sadece bir hukuki mesele değil, aynı zamanda bir sanatçının kimliğini koruma meselesidir. Bir sanatçının eserleri üzerinden kurulan pazar ilişkileri, onun öz benliğini değil, dışarıya dönük bir imajını şekillendiriyorsa, bu ilişkilerin sorgulanması gereklidir.

Eğer sanat, kalbinden gelen bir çığlık olarak kalacaksa, bu ilişkide her iki taraf da sanatçının özgürlüğünü en yüksek öncelik olarak kabul etmelidir. Menajer, bir yandan sanatçıyı dış dünyaya tanıtırken, diğer yandan onun yaratıcı sürecini bir baskı unsuru hâline getirmemelidir. Sanatçı, yalnızca sanatını değil, aynı zamanda kendisini de ifade edebilmelidir. O zaman sanat, ticaretin kör döngüsünden sıyrılarak, gerçek anlamda insan ruhunun en saf biçimini yansıtabilir.

Ve en nihayetinde, bu iki taraf arasındaki ilişki, bir tür karşılıklı güven üzerine kurulmalıdır. Menajer, sanatçının en derin hallerine saygı gösterdiği sürece, sanatçı da ona olan güvenini ve sadakatini korur. Birlikte oluşturdukları her eser, bir imza değil, bir ortak yaşamın izidir. O zaman ticaretin baskıları, sanatın saf ışığını gölgelemeyecek, her bir eser, insanın en yüksek arzularını ve en derin duygularını yansıtmak için var olacaktır. Çünkü sanat, en nihayetinde, paradan çok daha değerli bir şeydir: İnsanlık ve onun sonsuz olanakları.

Sonuçta, sanatçı ile menajer arasındaki ilişkinin en büyük amacı, sanatın saf ve içsel doğasını kaybetmeden, onu dünyaya sunmanın yollarını aramaktır. Sanatçı, öz benliğini kaybetmeden ilerlemeli, menajer ise onu kendi elleriyle şekillendirmek yerine, ona doğru yolu göstermelidir. Bu yolculuk, ancak karşılıklı saygı, özgürlük ve güvenle tamamlanabilir. Ve o zaman, sanat gerçek anlamına ulaşır; sadece bir ürün değil, bir yaşam biçimi, bir ifade biçimi olarak insanın kalbinde yankı bulur.

Dördüncü Kuvvet kılık değiştirince…

Yeni medya, sanatçının yaratıcı kimliğini tanımlama ve iletme biçiminde devrim yaratmış bir güç haline geldi. Artık sanatçılar, yalnızca galerilerde ya da konser salonlarında değil, dijital ekranlarda da varlık gösteriyorlar. Sosyal medya platformları, onların sahneye çıkmalarına, izleyiciyle doğrudan bağ kurmalarına ve en önemlisi, kendilerini bir marka olarak inşa etmelerine olanak tanıyor. Ancak bu yeni özgürlük, bir yandan da sanatçıyı başka bir tür pazarlama stratejisinin unsuru haline getiriyor. İçerik üretmenin, beğenilerin ve takipçi sayılarını artırmanın sanatsal süreçle harmanlanması, sanatçıyı bir üretim çarkının parçası yaparken, özgünlüğünü bu çarkın hızı içinde kaybetmesine yol açabiliyor. Bir zamanlar sadece sanatın özüdür diyebileceğimiz bir yaratım süreci, şimdi başkalarına sunulmak üzere şekillendirilen bir ürün haline gelebiliyor.

Fakat, dijital çağda sanatçılar sadece birer “yazılımlar” ya da “markalar” değil, aynı zamanda birer anlatıcı da oluyorlar. Sosyal medya, onların eserlerini dünyaya sunarken, içsel dünyalarının derinliklerini de paylaştıkları bir alan. Burada sanatçı, kendisini “gösterme” arzusunu bir tür keşfe dönüştürebiliyor, bazen hayal gücünün sınırlarını zorlayarak, bazen de izleyicileriyle bir diyalog başlatarak. Ancak, bu açıklık ve paylaşım, sanatçıyı da bir şekilde şeffaflaştırıyor, izleyicilerin sürekli gözleri altında tutuyor. Her paylaşım, bir adım daha atmak, bir iz bırakmak anlamına geliyor ve bu, sanatçının özbenliğini sergilerken kendini yeniden inşa etmesine yol açıyor. Böylece, yeni medya hem bir özgürlük alanı hem de bir tuzak haline geliyor: Sanatçının özgünlüğüyle tüketicinin beklentileri arasında sıkışmış bir dansa dönüşüyor.

Menajerlik ve etik 

Menajerlik, yalnızca ticari bir ilişkiden ibaret olmanın ötesine geçer; bir sanatçının hayatına dokunmak, onun içsel dünyasına bir şekilde yön vermek anlamına gelir. Ancak bu gücün sorumluluğu da büyüktür. Sanatçının yaratıcılığını korumak, onu sadece bir ürün olarak görmemek, bir menajerin etik sorumluluğunun temelini oluşturur. Her ne kadar sanatçı bir marka haline gelmişse de, arkasında taşıdığı duygusal ve yaratıcı yük, ona saygı gösterilmesi gereken bir alan yaratır. Menajer, bu yaratıcı dünyayı pazarlamanın ince çizgisinde yürürken, sanatçının özünü asla ihmal etmemelidir. Çünkü bir sanatçıyı yalnızca gelir kaynağı olarak görmek, onun sanatını değil, sadece ürününü pazarlamak olur; ve bu, sanatın özüyle oynanması demektir. Etik, menajerin bu dengeyi kurarken, sanatçının haklarına ve özgünlüğüne verdiği saygıdır.

Ancak, menajerlik ilişkilerinde etik sık sık bir çıkmaz sokağa dönüşebilir. Ticaretin soğuk mantığı, bazen menajerin sanatçıya olan bağlılığını gölgelemesi, onu yalnızca sayılarla ölçülen bir figür haline getirmesi yönünde baskılar yaratır. Sanatçının fikri mülkiyet hakları, sözleşmelerde sıkça göz ardı edilen ya da eksik biçimde korunabilen bir alan olabilir. Burada, menajerin görevi yalnızca ticari başarıyı sağlamak değil, aynı zamanda sanatçıyı bu karmaşık dünyada koruyup kollamaktır. Yaratıcılığın, özgünlüğün ve ifade özgürlüğünün kaybolmaması, menajerin üzerine düşen etik sorumluluğun özüdür. Fakat ne yazık ki, bu sorumluluklar çoğu zaman kar edebilecekleri kadar cazip gelmez. Sonuçta, bir sanatçının en değerli olanı—yani onun içsel kimliği ve özgürlüğü—bazen menajerlik dünyasında en son düşünülen unsurlar olur.

Velev'i Google Haberler üzerinden takip edin

ÖNERİLEN İÇERİKLER

WP Twitter Auto Publish Powered By : XYZScripts.com