Hakikat ile yalan arasındaki o uçurum, o uçurumda filizlenen çiçek, o çiçeğin dehşetli kokusu büyülüyor sizi. Paramparça değil, ama parçalı şeyleri seviyorum nedense…
“Bütün” şeyleri severiz genelde; farkında olmadan belki de… Başı ve sonu olan… Parçalı şeylerden ürkeriz! Bir katılım, bir üretim, bir çaba gerektirdiği için mi acaba… Tereddütle yaklaşır, hızla uzaklaşırız, anlamaya bile tenezzül etmeden. Emek, korkunç bir şeydir bu bağlamda…
Joachim Zelter’in “Yalanın Erdemi”ni yayıma hazırlarken, “fragmental anlatım” üzerine enine boyuna düşünme fırsatı bulmuştum yıllar önce… Bu sebeple olsa gerek, kitabın arkasına şunları yazmıştım: “Yalanın Erdemi, benzerine az rastlanır bir kurmaca. Yazarı, pek az yaratıcıda görülen üslup ve ifade yeteneğine sahip. Alışık olunduğu gibi, okura, ilk sayfadan son sayfaya kadar refakat etmiyor. Fantastik betimlemeler, inanılmaz vakalar, nadide karakterler yok. Ama çekip gitmiyorsunuz bir yere. Bırakmıyorsunuz romanı, bırakamıyorsunuz…
Hakikat ile yalan arasındaki o uçurum, o uçurumda filizlenen çiçek, o çiçeğin dehşetli kokusu büyülüyor sizi. Satır aralarına serpiştirilen afyon, keyfe keyif değil, keder katıyor. Kapalı yaraları kanırtıyor, açık yaralara tuz basıyor. Romanda, üsluptan biçime kadar hakim olan parçalılık, bir süre sonra okura sirayet ediyor. Gelin görün ki, o parçalılık ne romanı bir yapboza dönüştürüyor, ne de okurda bulmaca çözüyormuş hissi uyandırıyor. Söz konusu olan, hayatın ritmine dair bir parçalılık… O hayatı kurgulayanlara dair bir parçalılık… O kurgudan etkilenen kişisel, ulusal tarihe dair bir parçalılık…”
Paramparça değil, ama parçalı şeyleri seviyorum nedense… Bir tür ego mu bu, bilemiyorum; okuduklarımı anlamlandırırken kütüphaneme başvurmayı, farklı disiplinlerden meyveler toplamayı, başka yahut kendi tarlamdakileri toplarken dengemin bozulmasını, hatta yere düşmeyi, kafamı gözümü yarmayı, paketlenmiş şekilde önüme konulanı çiğnemeden yutmaya tercih ediyorum. Daha da ileri gidip, has yazarların, benim gibi sapkınlar için metinlerinde özel park alanları açtığına inanıyorum, sırf ben uygun bulduğum araçla oraya park edebileyim yahut orayı yerle bir edebileyim diye…
İşte Alberto Moravia okumam, böylesi bir okuma… Oysa bizde pek iltifat görmeyen “Bakma Sevdalısı”, başı sonu belli, az boşluklu bir kurmaca. Acaba beni parçalı anlatıma mecbur kılan şey ne; bilene aşk olsun! Aşağıdaki metni sonuna kadar okuyana da selam…
I.
Yıl 1987… Farrar, Straus & Giroux, kendine yakışır bir kitapla vitrinde: Voyeur. Yani dikizci. Bizdeki adıyla: Bakma Sevdalısı…
Kitabın çevirmeni İtalya’da yaşayan bir İngiliz: Tim Parks. Europa ve Kader’den tanıdığımız Tim Parks.
II.
Yıl 1987… Genç Carmen (Liera) Moravia, coşkuyla bağırıyor: “Seni ne mutlu eder? Beyaz bir çiçek, çöl, bir ses, bir resim – Antje’nin resimleri bende güçlü duygular uyandırır, bir esenlik hissi, evet neşe. Bunun nedenini açıklayabilir miyim ya da açıklamak istiyor muyum, bilmiyorum. İnsan bir duyguyu anlatabilir mi?!”
Övgüyle söz ettiği Antje Weber’in “Back to Balance” adlı resim sergisi, 2005’te, Guangdong Museum of Art’taydı. Başta Luhu Lotus olmak üzere çalışmaları beğeniyle karşılandı.
O Carmen Moravia ki, Muammer Kaddafi’yle birlikte olduğu rivayet edilir(di), ‘fena’ bir yazar değildi(r). Muhtemelen eş olarak seçilmesinin bir nedeni de buydu.
III.
Yıl 1989… Alberto Moravia henüz 81’inde. Dinç ve dirayetli. Her şeyden çok: Arzulu. Meraklıları bunun sırrını soruyor. Yanıt malum: “Düzenli cinsel ilişki bana yaşam gücü veriyor. Seksle yaşıyor, seksle yazıyorum.”
IV.
Yıl 1990… Rowohlt çıkıyor sahneye. 1987’de yayıncısına ulaşamadığım kitabın tekrar basımını yapıyor: Zuschauer. İngilizler’in ‘dikizci’si, Alman kibarlığıyla oluyor ‘seyirci’. Ve aynı kibarlıkla gömülüyor hafızalara. Okur kayıtsız… Kitabın bugünkü değeri 0.01 Euro.
IV.
Yıl 1990… Birden tik tak kesiliyor. Göz görmez, kulak duymaz, kalp atmaz oluyor. Hayatı boyunca kendisine en az sıkıntı veren kadın vücudundan uzaklaşıyor. Ardında pek çok öykü, roman bırakıyor. Bir de henüz dolaşıma girmemiş şu sözleri:
“Ben asla bir çapkın değilim. Çapkınlık belli bir strateji ister. Oysa ben içimden geldiği gibi davranıyorum. Kadın güzelliğinde zaman içinde büyük değişiklik söz konusu olmadı. Kadın geçmişte ne idiyse bugün de aynı. Tek farklılık bugün kadının çıplaklığı tanımasıdır. Ayrıca erkekler kadınları değil, kadınlar erkekleri tavlamaktadır.”
V.
Yıl 1994… Tinto Brass mahsulü bir film: L’uomo che guarda. Afişte kısacık bir kot… Kota meydan okuyan, yüzölçümü geniş iki kalça. Ten pürüzlü… Tenin sahibi gizemli. Muhtemelen Katarina Vasilissa. Öne eğilmiş, üst gövdesi karanlıkta kayboluyor.
Film Arjantin’te 97, İngiltere’de 90 dakika. 18 yaş sınırıyla gösterime giriyor.
Lakin bu sükûnet niye? Tinto Brass, sen ne yaptın?
VI.
Her insanın içinde var olan ve zaman zaman röntgenciliğe varan gözetleme arzusunu konu alıyor Moravia; lanetli bir yöntemle yapılan gizli gözlemlerin hayatı nasıl yaralayabildiğini gösteriyor. Soru: yaralanmamış hayat var mıdır? Yahut: yara hayatın ne kadarını kucaklamaktadır?
VII.
Bir siyaset bilimci olabilir mi Moravia? Peki, bir düşünür? Hastalığı sebep olabilir mi kendini ‘hız’lı yetiştirmesine? Muhabirliğin rolü var mıdır bunda? Yurtdışı gezilerinin? Yasaklanan kitaplarının? Takma adla yazmak zorunda kalmasının yahut yazmaktan hiçbir şekilde vazgeçememesinin?
Bireye bakmak, topluma bakmaktan öte bir şey mi acaba?
Kuşkusuz tatmin edici yanıtlar üretmek ve büsbütün ikna etmek mümkün değil kuşkucu beyinleri… Ama “Yeni Başlayanlar İçin Siyaset Bilimi”nde (Cengiz Çağla), üretebildiğim sorulara yenileri de eklenerek yanıtlanıyor her biri. Ne cesaret!..
VIII.
Anlatılı düşünme… Ne menem şey bu? Hele hele toplumsal sorunlar nasıl anlatılı düşünülür ki… Düşünülebilir mi ki… Yanıt: Maskeliler. 1947 yılında yayımlanmış bir roman yani… Kadınlar karşısında zayıf bir diktatörün tuhaf hikâyesi…
Tanıdık mı?
Henüz değil. Ama az sonra…