Poster imzalayan yazarlar ve onların okumayan okurları…

İşte böyle: Tutkuyla sevilen bu güzel ve yalnız ülkede günümüz gençleri artık okumadan âlim, yazmadan kâtip oluyor. Tam da arzulandığı gibi…

Galiba iki tür okur var: a.) okuyan okur, b.) okumayan okur!

Okuyan okur, kitabı bir ‘araç’ olarak görmüyor; ihtiyaç duyduğunda, hatta duymadığında, gidip kitabevine, koklayıp bazılarını, bütçesi ne kadarına yetiyorsa o kadarını alıyor. Okuduğu kitapların işaret ettiği, seslendiği, bağ kurduğu, selam gönderdiği, el aldığı kitaplara öncelik tanıyor. Sevdiği eserin yazarını sahiplenip diğer eserlerine uzanıyor bir bir… Metin odaklı bir ilişki yani…

Okumayan okurda ise durum farklı: Onun için kitabın adı, yazarın boyu bosu, üsluptan, kurgudan, konudan daha önemli. Öyle ya, eser dediğin, yeni alınan tv ünitesinin rengine uyum sağlamalı öncelikle… Boyu rafa uymalı… Şık ve ağır gözükmeli… Yerini yadırgamamalı… Arkadaş sohbetlerinde sahibini (!) utandırmamalı… Yalnız ismi, kapak resmi bile hakkında üç beş cümle kurmasına yetmeli… Ve asla okumadığı anlaşılmamalı…

İki okur tipi arasında küçük bir ayrıntı: Okuyan okur, okudukça eksikliğini fark eder ve bunu gidermeye yönelik şiddetli bir arzu duyar. Okumayan okur ise, “sahip olmak” ile meşguldür daha çok… “Olmak”la ilgilenmez pek… Anadan doğma entelektüeldir ve paçalarından kültür akabilir şapır şapır… Koskoca okyanus ne kaybedecektir ki bir iki damlası eksilse…

Sahibinden Satılık…

Hiç kuşkusuz bilimsel bir zemine oturmayan afaki bir yaklaşım benimkisi… Ancak bulunduğum yerden gördüğüm manzara bu. Daha doğrusu buydu… Birkaç yıl önce, takvim yapraklarının 19 Mayıs’ı gösterdiği güne kadar.

Ziyaretçi bakımından Türkiye’nin en büyük kitap fuarı olduğu savındaki Kocaeli’nde gördüğüm bir vaka, evet vaka, fikrimi değiştirdi zira. Uzun etmeden özetleyeyim müsaadenizle…

Saat 11 sularıydı. Fuar henüz açılmıştı. İki ada ötemizde, AZ adındaki yayınevinin standı etrafında bir hareketlenme başlamıştı. İtiraf edeyim ki, imrendim. Okurlarını kahvaltı peşindeki kargadan erken kaldırıp fuara getiren kalemin gücüne hayran kaldım.

Sanıyorum ki, “ılımlı İslam” çizgisinde dokuz taş oynayan ve güfteden hallice manzumeler yazan Adem Özbay içindi bu hazırlık… Öyle ya, o ki, “Sahibinden Kiralık Az Kullanılmış Yalnızlık”ın şairiydi. Yalnız Malatya’da, Siirt’te değil, İzmir’de de tutkuyla okunuyordu. Bir imza, bir fotoğraf için sabırla beklemek gerekse de…

“Bravo!” dedim içimden. “Dersine çalışmış. Yememiş içmemiş, yazmış…” Bir yazarın bunca azmin sonunda birazcık ilgi, tamam, birazcıktan fazla ilgi görmesi çok mu?

İmza Kuyruğu…

Konumuza döneyim… Sözünü ettiğim ada, yaklaşık 40 metre kare… Etrafı on üç, bilemediniz on beş yaşındaki kızlarla çevrili. An be an artmakta üstelik… Belki de bu sebeple birden güvenlik görevlileri devreye girdiler. İki ada arasına şerit çektiler. Muhtemelen civardaki yayınevleri kalabalıktan rahatsız olmasınlar diye…

Heyecan verici bir durumdu. Bir film gibi izlemeye başladım olup bitenleri. Onca insanın nadir görülen bir disiplinle gürültü patırtı çıkarmadan beklemeleri, geleceğe dair umutlarımı yeşertti. Neyse ki çok sürmedi ve o umutlar çarçabuk soldu. Önce hafif kıpırdanmalar, homurdanmalar, sonra yüksek sesle konuşmalar, itişip kakışmalar… Öğrendim ki geliyormuş zat-ı âlileri… Büyük şair ve büyük yazar yani…

Gayri ihtiyarı, içleri ve dışları kıpır kıpır kitlenin baktığı yöne baktım… Dönüp bir daha baktım… Ve bir daha… Gelenin gidenin olmadığını dinen heyecandan anladım. Ben diyeyim 50, siz deyin 100 metre uzayan kuyruk donakalmıştı yine… Sessizlik bir tül gibi gerilmişti üstlerine… Enerjilerini boşa harcamamak için nefeslerini tutuyorlardı adeta.

Derken biri geldi. Sandalyenin üzerine çıktı. Kalabalığa bir şeyler söyledi. Kuyruğun fotoğraflarını çekti. O uslu, disiplinli insanlar da, düğmelerine basılmış gibi başladılar “yuppiii”lere, “hiyyooo”lara…

Kitapsız Yazar…

Çok geçmedi, koca salonu farklı tizlikte, farklı renkte çığlıklar kapladı. Nasırına basılmış insan ile fena halde acıkmış kedinin atacağı türden çığlıklar… Büyük ve kıymeti belli çevrelerce bilinmeyen bir şairin imzasına tanık olacaktım galiba, az sonra…

Hipnotik bir etki olsa gerek, geç fark ettim: sıradaki gençlerin elinde kitap mitap yok. Elliye yetmiş bir afiş sallanıyor sağa sola… Sordum birilerine merakıma yenilip ve ilginç bir bilgiye ulaştım: Onca insan, Adem Özbay için değil, Meriç İzgi adında on yedilik bir manken için gelmiş meğer… Canhıraş bağırtıların, kızgın sac üzerinde dans eder gibi tepinmelerinin sebebi buymuş…

Daha ilginci: Saçının bir bölümü gümüşi olan bu filinta bir şey yazmamış. Evet, yanlış okumadınız, kendine ait bir kitabı, hatta bir broşürü bile yok… Gel gör ki, vahşi kapitalizm ve yeni değerler eğitimi, babasının yazdığı kitaba imza atmasını ve bunun için ayıplanmamasını sağlıyor çok şükür. “Ben ne yapayım babasının kitabını. Bana sen gerek!” diyenler için de yedekte afiş tutulmuş… Oh! Alan memnun satan memnun…

 Öpmek Serbest…

Şu lanet yeryüzünde bir benzeri var mı bu durumun, bilmiyorum. Hele hele söz konusu vahameti eleştirmeye nereden başlamalı, düzeltmek mümkün mü, işte bunu hiç bilmiyorum. O kadar naçar hissediyorum ki kendimi…

Evet, babası Orhan Kemal’in kitaplarını imzalayan Işık Öğütçü örneği var… Zaman zaman Rıfat Ilgaz kitaplarını imzalayan Aydın Ilgaz örneği de (ki artık aramızda değil)… Ancak on yedi yaşında, Instagram fenomeni, çıtır bir mankenin kitap fuarında poster imzalaması, galiba bu iki örneğin de ötesinde bir şey sanki…

Tabii üzerinde durulması gereken sosyolojik bir malzeme de şu: Genç kızlar özgürce sarılıp öpüyorlar Meriç İzgi denilen sevgi böceğini… Bazılarının yanında ağabeyleri, babaları yahut bir büyüğü var. Başı örtülü o kızımız mahalleden, okuldan birine sarılsa bu denli iştahla kıyamet kopar. Ama bir şöhrete sarılmakta sakınca yok. İyi de neden?

Benzer bir şey diziler, filmler için de geçerli… Muhafazakâr bir ailenin kapalı kızı için hayat çoğu dizideki kadar “güzel”, “rahat” değil muhtemelen. Bikini giymesi hayal mesela… Kapanana kadar barlarda kalması, dans etmesi, içki içmesi de keza öyle… İki üç ay arayla sevgili değiştirmesi düşünülemez bile… Evlenmeden sevgilisiyle birlikte olacağına ölsün daha iyi… Lakin dizideki kız, patadak çıkıp gelse karşılarına, karışsa gerçek hayata, saygıda kusur edilmiyor… Kendi kızlarına, kardeşlerine göstermedikleri hoşgörü ona gösteriliyor. Acaba niye?

Okumayan okur tipinin yeni ailesi bu tür kızlardan oluşuyor ne yazık ki… Ve bu kızlar, sıkıştırılmışlıklarını, onaylanmış ve görece zararsız bir ikona, canlı kanlı bir mite sarılarak pansuman ediyorlar sanki… Normalin dışına taşma arzularını bu şekilde doyuruyorlar sanki… Bir yasa koyucu gibi davranıp haklı-haksız kısıtlamalarla kendini bulmasını, hayatı tatmasını geciktiren yahut büsbütün anlamsız kılan ebeveynler ise nedendir bilinmez, yahut bilinir, gözlerinden sakındıkları kızlarının saatlerce kuyrukta beklemesine, yedi kat yabancı bir adama sarılıp onu öpmesine göz yumuyorlar. Başka bir deyişle iliklerimize işleyen riya ile takiyyenin ocağına odun atıyorlar. Ne güzel, değil mi?

İşte böyle: Tutkuyla sevilen bu güzel ve yalnız ülkede günümüz gençleri artık okumadan âlim, yazmadan kâtip oluyor. Tam da arzulandığı gibi…

Velev'i Google Haberler üzerinden takip edin

ÖNERİLEN İÇERİKLER

WP Twitter Auto Publish Powered By : XYZScripts.com