Almanya bizim kadar iltifat etmiyor Kafka’ya, Zweig’a… Oysa biz “Dönüşüm”le yatıyor, “Satranç”la kalkıyoruz. Sanmayınız ki Dostoyevski bizden çok okunuyor İtalya’da… Fransa bizim kadar değer veriyor “Küçük Prens”e… Aşağı tükürsek “Şeker Portakalı”, yukarı tükürsek “Pal Sokağı Çocukları”… Peki… Tüm bu değerli kitapları okuyan bizler, niye üç cümleyi yan yana getiremiyor, duygularımıza tercüman kılamıyoruz sözcükleri?
Daha önce duydunuz mu, bilmem; müstakil bir kuruluş varmış DESAM (Demokrasi ve Eğitim Stratejik Araştırmalar Merkezi) adında, ar-ge çalışmaları yapan… Hemen hemen her meslekten kişinin üye olduğu… Amaçlarından biri, eğitim ve demokrasi bağlamında ilgili kurum ve kuruluşların bilgi birikimine katkı sağlamakmış.
Sanmam ki böyle bir şey talep edilsin, ilgili kurum ve kuruluşlar tarafından…
Öte yandan, kendine böyle bir sorumluluk yükleyen kuruluşun bilgiye nasıl ulaştığını, onu nasıl işlediğini de bilmek gerek tabii: yöntemli mi, tutarlı mı, kesin mi, nesnel mi, evrensel mi, eleştirel mi; yani inanç, kişisel kanaat, felsefi bakış açısı ve dünya görüşünden bağımsız mı? Öyle ya, günümüz artık bir dezenformasyon çağı! Sahte belgeler, montajlanmış videolar cirit atıyor ortalıkta… Dedikodu ve ispiyon almış başını gidiyor…
İstiyorum ki, önce DESAM’ın güncel raporuna bakalım, sonra da YAYFED’in ve TUİK’in verilerine… Ve mümkünse, “okuma”, “alışkanlık”, “idrak” gibi kavramlar üzerinden yazılı kültür hayatımızın arabını sürelim agrandizöre… Soruları çoğaltalım…
DESAM tarafından hazırlanan ar-ge raporuna göre, Türk halkı günde 6 saatini televizyona, 3 saatini internete, kitap okumaya yılda ancak 6 saat vakit ayırıyormuş. Ne acı gerçek: kitap okumuyoruz! Okuma alışkanlığımız yok denecek kadar az. AB ülkelerinde yüzde 21 olan kitap okuma oranı, Türkiye’de sadece yüzde 0,01.
DESAM raporunda atıfta bulunulan UNESCO (Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Kurumu) dünyadaki okuma alışkanlıkları raporuna göre Türkiye, kitap okuma oranında dünya ülkeleri arasında 86’ncı sırada; Gambiya, Fildişi Cumhuriyeti gibi Afrika ülkeleriyle birlikte… En çok okunan kitaplar ise genelde fıkra ve dua kitapları, “namaz hocası” ve ilmihaller, nihayetinde de aşk ve tür dışı, türler üstü bir abukluk olan wattpad romanları…
Fıkra denince aklımıza gele gele Temel geliyor, Nasreddin Hoca geliyor, bir de belden aşağı olanlar… Ahmet Rasim seçenekler içinde değil. Yusuf Ziya Ortaç, Ercüment Ekrem Talu kim hatırlayan yok neredeyse… Borazan Tevfik, Muhsin Bey, Şişman Refik, Paskal Salih, Burun Hayri, Kambur Nazif, Kurban Hosep ve Bahriyeli Sami Bey gibi nüktedanlar hiç yaşamamışlar sanki bu topraklarda… Hele hele Şair Eşref, Neyzen Tevfik, Cemal Nadir…
“İkra!”, yani “Oku!”dur vahyedilen ilk ayet, ilk emir, ama uymayız pek; Hint gümüşüyle bezeli kaplarda muhafazaya alırız kutsal kitabı… Ya da bez çantalar içine koyup duvara asarız. Sonra da şaşıp kalırız, basit bir dua için bile niçin bir kılavuza ihtiyaç duyduğumuza…
Yine DESAM raporuna göre aylık cep telefonu ve iletişim masraflarına 213 TL ayıran 4 kişilik Türk ailesi, kitaba sadece 6,5 TL ayırıyormuş, hem de ayda değil, yılda… İnternet cafe’lerinin, cep telefonu satış ofislerinin sayısı çığ gibi artarken, kütüphaneler sinek avlıyormuş.
Pek azı AB standardına sahip bin 118 kütüphane varmış ülkemizde ve bu kütüphanelere yaklaşık 18 milyon kişi gidiyormuş. 18 milyonun yarısından fazlası da ders çalışmak amacıyla giden öğrencilermiş… Oysa Amerika’da kütüphane sayısı 16 binmiş ve bu kütüphanelere yılda 1 milyar 400 milyon kişi ziyaret ediyormuş.
İlginç veriler paylaşıyor DESAM… Diyor ki: bin 118 kütüphaneye karşın Türkiye’de 600 bini aşkın kahvehane bulunuyor! Hani şu bazılarının tabelasında “kıraathane” (okuma evi) yazanlardan yani… Ayrıca kütüphaneye 1 milyon 25 bin kişi üyeyken, cep telefonu abone sayısının 71 milyonun üzerinde olduğu bilgisine de ulaşıyoruz satır aralarında… BM İnsani Gelişmişlik Raporu’na göre ihtiyaç malzemesi listesinde kitabın Türkiye’de 235. sırada yer aldığını öğreniyoruz. Yılda kişi başına sigara tüketimi bin 399 iken kişi başına 7 kitap düştüğünü falan…
Bu veriler karşısında ürkmemek mümkün mü? Dilimiz damağımız kuruyor elbette… Yine de cep telefonu kullanıcıları ile okuru yan yana getirmemek lazım. İnternet cafe’ye yahut kahvehaneye gidenlerle, kütüphaneye gidenleri de aynı kefeye koymamalı… Aralarında “amaç” farklılığı var zira. “Tatmin” farklılığı…
Hal böyleyken YAYFED (Yayımcı Meslek Birlikleri Federasyonu) istatistikleri bize başka şeyler söylüyor. Diyor ki: Türkiye okuyor! İşte yıl yıl bandrol satış adetleri:
2015 384 milyon 054 bin 363
2016 404 milyon 118.bin 293
2017 407 milyon 739 bin 008
2020 433 milyon 213 bin 632
2021 438 milyon 679 bin 864
2022 380 milyon 296 bin 402
2023 400 milyon 340 bin 577
Ne kadar iftihar etsek az, değil mi? Hadi bu rakamların yanına şu bilgiyi de itinayla yerleştirelim: Milletlerarası Yayıncılar Birliği’nin (IPA) 2015 verilerine göre Türkiye dünyanın en büyük ülkeler arasında 11. sırada… Var mı bizden mutlusu, başarılısı, şusu busu…
Ama Milliyet yazarı müteveffa Güngör Uras farklı düşünüyor; sırtını Türkiye İstatistik Kurumu’nun verilerine yaslayıp, halkın anladığı dilde sektörün ekonomik portresini çiziyordu: Türkiye’de kitap pazarı 2,2 milyar dolarlık bir pazar… Ancak bu pazarda eğitim-okul kitaplarının payı 1,3 milyar dolar. Yaklaşık bin 800 yayınevi, 150 dolayında dağıtım kuruluşu ve kitap satan 6 bin kitabevi var. Dünyada kişi başına kitap harcaması 1,3 dolar, Türkiye’de ise çeyrek dolar. Çocuklara kitap hediye edilmesi sıralamasında Türkiye 180 ülke içerisinde 140’ıncı sırada. Kişi başına kitap sayısı 60 yılda artmadı. Önemli ölçüde geriledi. 1945-1950’lerle kıyaslanamaz ölçüde geniş tanıtım ve iletişim olanaklarına, daha yüksek okullaşma oranına, on katı artmış bir eğitimli nüfusa, dış dünyayla gittikçe artan etkileşime, sayısı artan üniversitelere karşın, okurluk düzeyi yarı yarıya geriledi.
Sonra, “Bize cahil lazım!” diyen rektörler türedi. Üniversiteye giden gençlerin yarısından fazlası okudukları alanda değil de, YouTube ve Instagram’da para kazanmayı arzuladığı görüldü. Okuyanlar (doktorlar gibi, gazeteciler gibi) yurtdışında aldı soluğu… Ardında pandemi geldi. Tüm ezberleri bozdu. Dağıtımcı işlevsizleşti. Kitapçı battı. Satış platformları üzerinden satış patladı. Haksız rekabetin perdesi ardına kadar aralandı.
Şimdi düşünelim, lütfen: Ne söylüyor tüm bu veriler bize? Ne anlama geliyor yıldan yıla artan bandrol satış miktarı? Artan pazar payı? Ve neden okuduğumuzu bile anlamaktan aciziz?
Almanya bizim kadar iltifat etmiyor Kafka’ya, Zweig’a… Oysa biz “Dönüşüm”le yatıyor, “Satranç”la kalkıyoruz. Sanmayınız ki Dostoyevski bizden çok okunuyor İtalya’da… Fransa bizim kadar değer veriyor “Küçük Prens”e… Aşağı tükürsek “Şeker Portakalı”, yukarı tükürsek “Pal Sokağı Çocukları”…
Peki… Tüm bu değerli kitapları okuyan bizler, niye üç cümleyi yan yana getiremiyor, duygularımıza tercüman kılamıyoruz sözcükleri? Sebebi nedir, lise düzeyindeki matematik sorularındaki metinleri bile anlamakta güçlük çekişimizin? Bir dilekçe bile yazamayışımızın?
Soruları çoğaltmak mümkün… Ancak niyetim yormak değil sizi… Tuvaletten gelmesini beklediği Nietzsche’nin yüz yıl önce öldüğünü söylediğimde yüzü düşen öğrenci gibi bakmayın satırlarıma; bu yeter!