Uzlaşmak, bir paydada olmak gibi derdimiz olmadığını görüyoruz çoğu kere, çoğu durumda… O halde niye ısrarla yahut inatla “aynı”da buluşuyoruz; aynı şiirde, aynı şairde…
Bir köy… Beş haneli. Erkekler gurbette. Genç kız ve kadınlar, yetmişlik Koca Etem’e emanet. Görevi korumak, kollamak, sahip çıkmak; ‘horoz’ gibi…
Bir başka köy… Sakat, sıska Nazmi’nin köyü… Köy çocuklarının eğlencesi olarak büyüyen Nazmi’nin… Ne ki, sakatlığını örtecek bir yeteneği vardır Nazmi’nin: Hafızası zehir gibidir. Ezberi kuvvetlidir. Bu da ona ilkin hafızlığın, sonra da hocalığın kapısını aralar. Kısa zamanda sivrilir. Artık gözdedir ve gözde olanla evlenmek hakkıdır. Kendine eş olarak köyün en güzel kızı, on altısındaki Asiye’yi seçer. Gel gör ki, Asiye, bir muavinle büyük kentlerden birine kaçar; zira kulağına fısıldanan “Sen uçtun!” telkinine kanan zavallı Nazmi, kendini dik bir kayadan aşağı atmıştır. Fani dünyanın malını fani dünyalılara bırakarak…
Bunlar Necati Cumalı (Kayacık’ın Kadınları) ve Nevzat Üstün’ün (Uçan Hoca) köyleri. Başka köyler de var elbette: Sakinlerine tezek yedirilen, göç ettirilen; haneleri elektriksiz, susuz… Gitmesek de, görmesek de. Orada. Uzakta. Rahatsız etmeyecek kadar vicdanımızı…
Ne zaman okunsa, çalınsa Orda Bir Köy Var Uzakta şiiri, ilkgençliğin verdiği cüretle muhakkak, bir elimi ağzıma, diğerini karnıma tutar, kusmamak için türlü çareler arardım. Aykırı ya da benzersiz olma telaşı galiba… Muhtemelen bu telaştan ötürü, çoğunluğun huzur verici nimetlerine pek itibar etmezdim. Yediden yetmişe, –neredeyse– herkesin sevdiği, bildiği bu şiire kulaklarımı tıkadım. İleri gitmişim; tıkanan yalnız kulaklarım değilmiş…
Yorulduğumdan mıdır, bilmem, zamanla şiiri samimi, sahih bulmaya başladım.
Cahit Külebi diyor ki, “Ortaokul ikinci sınıftayken Ahmet Kutsi Tecer geldi Sivas Lisesi’ne, öğretmen olarak. Bize halk şiirinin, halk yazınının kapılarını açtı. Sivas’a gelir gelmez Halk Şiirlerini Koruma Derneği diye bir dernek kurdu. Sonra da bir şölen düzenledi.”
Külebi’nin şölen dediği Âşıklar Bayramı. Âşık Veysel, Ali İzzet, Talibi Coşkun, Mesleki, Revani, Suzani, Âşık Süleyman (Fahri), Karslı Mehmet, Hikâyeci Ağa Dayı, Âşık Müştak, Yarım Ali, Yusuf, Sanatı ve Âşık Ali’nin katıldığı. İçlerinde en bilineni Ali İzzet. Talibi ise çocukların eğlencesi… Âşık Veysel, “şunun bunun şiirlerini okuyan”, henüz şiiri bulunmayan bir ozan…
Gerisini Haldun Taner’den okuyalım: “Türk halk tiyatrosuna onun kadar gönülden vurgun insan az bulunur. Sivas Lisesinde hocalık ederken, yani 1933’lerde bir ‘Halk Şairlerini Tanıtma Cemiyeti’ bile kurar. Bir yıl sonra Malatya’dan Erzurum’a, Tokat’tan Kayseri’ye yetmiş kadar halk şairini bir ‘Âşıklar Bayramı’nda toplar. Bu bayramın yıldızı, Sivas’ın Sivrialan köyünden gelen ve ‘Sen ağlama ben ağlayayım bülbül’ türküsü ile birinci olan, atışmada ise bir değil, iki, üç âşığa birden cevap yetiştirip, üstün yeteneğini belgeleyen bir şairdir. Bu büyük şairin adını sizler, bizler Ahmet Kudsi’nin onu keşfetmesinden çok sonra duyacağızdır. Âşık Veysel’den bahsettiğimi tabii anladınız. Veysel’i ilk keşfetme onurunu Ahmet Kutsi Tecer, onu ömrü boyunca tanıtmak, desteklemek suretiyle bir manevi işlev halinde sürdürmüştür.”
Yalnız bizlere mahsus değil, kuşkusuz. Ancak bu denli hazin mi bilmem, üzerine yapışan etiketten bir türlü kurtulamayanların hikâyesi. Ankara’da Talim Terbiye Müfettişliği, Paris’te UNESCO mümessilliği, TBMM’de Adana ve Urfa milletvekilliği yapan, “Köşebaşı”, “Bir Pazar Günü”, “Koçyiğit Köroğlu” ve “Satılık Ev”i yazan, onlarca türkü, halk oyunu derleyen, bunları kayıt altına alan Tecer, neden Orda Bir Köy Var Uzakta’nın şairi olarak bilinir, hâlâ?
Sanırım on – on beş yıl önceydi, bir metin okudum – zorunlu bir okuma. Diyordu ki, metnin yazarı, “Ölmek, bir anda olup biten bir şey değildir. İnsan doğar ve yaşadıkça ölür. Her nefes, biraz da eksilmedir. Yani ölüm bir son değil, bir süreçtir.” Bu söz, aykırı bir mistiğe ait… Her ne kadar söylemi ve söylediği aykırı olmasa da…
Bir an, dedim ki, madem ölüm bir süreç, insan bu sürece bile isteye niçin dâhil olur ki? Oyunu fark ettiği anda, mızıkçılık edip, dengeyi, varsa tabii, niye bozmaz? Sakın, bu bile bile ladese girişte, şu fani dünyada iz bırakma arzusu yatmasın? Ben de yaşadım; bu ne yaman bir cazibe! Öyle ki, uçan da yapışıyor, sürünen de…
İşte tam böyle bir anda okudum, Sabri Esat Siyavuşgil’in şu sözünü: “Orhan Veli, Sait Faik, Cahit Sıtkı… Öyle bir neslin çocukları idiler ki, şair ve edip olmanın mebus nasbedilmeğe veya elçi gönderilmeğe yettiği devre yetişmelerine, 10 yıl geç doğmaları mani olmuştu… Bu dünyadan erken, pek erken göçtüler… Böyle bir cemiyette daha uzun yaşamanın lüzumsuzluğunu anlamışçasına erken…”
Burada hem sıkı bir eleştiri var (şair olmak, mebusluk ya da elçilik için yeterli bir meziyet midir? ‘Böyle bir cemiyet’ dediği cemiyet, ne menem bir şey ki, burada, onlarla yaşamak, lüzumsuz oluyor?), hem de bir dert yakınma (ilgi yoksunluğu, sanatçı onuru)… Ama nafile… Kendi içinde eriyip gidiyor; eriyip giden başka şeyler gibi…
Öyle bir noktadayız ki, henüz şiir kitabı çıkmamış biri (şair olmanın koşullarından biri kitap sahibi olmak mıdır?), ‘günümüz şiirinin yaşayan en büyük eleştirmeni’ tarafından hazırlanan antolojide kendine yer bulabiliyor; ama Cahit Sıtkı, ikinci kitabını bastırabilmek için tam on üç yıl beklemek zorunda kalıyor! Öyle bir noktadayız ki, ‘hakiki şairler’in, nitekim Cemal Süreya, Turgut Uyar, Edip Cansever yahut Hilmi Yavuz’un kitapları yılda bin, bin beş yüz adet satın alınmaz iken, Celal Safi, Ahmet Selçuk İlhan, İbrahim Sadri, Naşide Göktürk ve Yılmaz Erdoğan’ın kitapları hakikaten ilgi görüyor – dahası okunuyor.
‘Ürün’, ‘etki’nin önünde… Sıkı şairler, majörler, lanetliler tek tek dökülüyor… Gelenlerin etki alanları bedenleriyle sınırlı… İyi de, sorun nerede? Cahit Sıtkıları, Ahmet Haşimleri, Ece Ayhanları, İsmet Özelleri vs. ‘pansiyon yalnızlıkları’, ‘rakı sofraları’, ‘bedene ihanetleri’ onları büyük ya da önemli, öncü kılmıyor ki… Eksik olan bir şey var. Fark edilmeyen… İstenmeyen…
Ve bu kadar acı, kırılmışlık, dışlanma yetmezmiş gibi ezberlerle mücadele etmek zorunda bırakılıyor yaratıcı kişi… Sağken de, öldükten sonra da…
Nasıl ki Tecer, Orda Bir Köy Var Uzakta’nın şairi olarak bilinirse hâlâ, Cahit Sıtkı Tarancı da Otuz Beş Yaş’ın şairi olarak biliniyor. Varsa yoksa bu şiir… Dön dolaş bu şiir… Hafızalarda bu şiir… Ders kitaplarında bu şiir… Bir tahlil, bir eleştiri mi mevzubahis, ille de bu şiir… Haniyse pişman edeceğiz şairini, bu şiiri yazdığına… Ki utanmasam, bir süreç olarak tanımlanan ölüme ulaştığı için huzur içindedir, diyeceğin dilim sürçerek…
Oysa şöyle güçlü mısraları söz konusu: “Tavan, bir anne gibi, eğilmiş üzerime / Duvarlar, etrafımda kardeşlerim gibidir” (Odamda Sükût) yahut “Her gün aynı sabırla dönüşünü bekleyen / Yatağının açılmış kollarına koş çabuk” (Yatak)…
Tecer ile Tarancı’dan hareketle şairleriyle birlikte anılan şiirlere yenilerini eklemek kolay… Attilâ İlhan deyince mesela “Üçüncü Şahsın Şiiri” gelir akla; belki de “Ben Sana Mecburum”…
Dizilerde çalınanlar sayesinde keşfedilen “şarkı”lar pek gündemde ya şu sıralar… Galiba Attilâ İlhan’ın talihi yahut talihsizliği de bestelenen şiirleri: “Mahur Beste” gibi… “An Gelir” gibi… “Karantinalı Despina” gibi… “Sultan-ı Yegâh” gibi…
Peki, bu şiirlerle mi anılmak isterdi Attilâ İlhan? En iyi şiirleri bunlar mı sahiden? Mesela Hilmi Yavuz, “ düşünceyle ya da ideolojiyle mecaz arasında ya da istiare arasında kurulmuş bir ideal bağlantı olarak da görmemiz mümkün” dediği Attilâ İlhan şiirleri içinde bilinenleri dışarıda tutar. Niye?
Edip Cansever, hiç tereddütsüz “Yerçekimli Karanfil”in şairidir… Öyle ki, bu şiirdeki bir dize (Derken karanfil elden ele) bağlamından kopartılıp bambaşka amaçlar için “kullanılır” kimi çevrelerce… Hem de tepe tepe…
Bazen de “Masa da Masaymış Ha” gelir Edip Cansever deyince aklımıza… Lise 4. sınıf ders kitaplarına bile koyarız. Ama sansürleyerek… Masaya biranın dökülüşü kon(a)maz zira… Ya okuyunca canları bira çekerse öğrencilerin…
Oysa başka bir şiirini de seçebilirlerdi. Madem ki rahatsızlık yaratıyor “bira”… Bu şiirdeki ısrar niye?
Cemal Süreya’nın Cansever için sarf ettiği “Fazla şiirden öldü”süne bayılırız da… Onun başka şiirlerini okumaya pek teşebbüs etmeyiz. Tuhaf değil mi?
Öteden beri böyle bu… Belli şairler belli şiirlerle anılıyor… Katolik nikâhı kıyılmış gibi… Mesela Yahya Kemal deyince “Sessiz Gemi” gelir akla… Sezai Karakoç deyince “Monna Rosa”… Necip Fazıl deyince “Kaldırımlar”… Ataol Behramoğlu deyince “Bu Aşk Burada Biter”… Turgut Uyar deyince “Göğe Bakma Durağı”… Cahit Külebi deyince “Hikâye”… Özdemir Asaf deyince “Lavinia”… Orhan Veli denince “İstanbul’u Dinliyorum”… Faruk Nafiz deyince “Han Duvarları”… Ece Ayhan deyince “Mor Külhani”… Ahmet Muhip Dıranas deyince “Fahriye Abla”… Say say bitmez! Ama soru öyle çıplak, öyle keskin ki: En iyi şiirleriyle mi anılıyor şairler? Biraz değiştirerek yineleyelim soruyu: En sevilen şiirleri en iyi şiirleri midir şairlerin?
Eskiden antolojilerin bu bilinirliğe, hatta ezbere katkıları büyüktü. Artık antolojiler de pek gündemde değil. Nedir bizi bu ısrarla aynı havuzda yüzdüren… Uzlaşmak, bir paydada olmak gibi derdimiz olmadığını görüyoruz çoğu kere, çoğu durumda… O halde niye ısrarla yahut inatla “aynı”da buluşuyoruz; aynı şiirde, aynı şairde…