Kendimizi nasıl, hangi sözcüklerle ifade ettiğimiz çok önemli. Oysa öyle sınırlı ki söz dağarımız, bir şeyi ya seviyor, ya hoşlanıyor, ya da beğeniyoruz. Ötesi yok!
Eskiden, çok eskiden, Münih’te yaşadığım sıralar, zar zor sığdığım odama çekilir, sözlük okurdum sık sık… Bir “Türkiye tatili” esnasında Sahaflar Çarşısı’ndan aldığım mavi kapaklı, “yazarsız” Osmanlıca-Türkçe Sözlük (Bilgi Yayınevi) gözdemdi. Annemin kütüphanesinde bulduğum 3 formalık “Mecaz ve Argo Lügatçesi” (Seyfettin Şimşek) de elimden bırakamadıklarım arasındaydı.
Biri tembihlememişti. Başkasından görmemiştim. Sırf meraktan, sadece hoşuma gittiği için neredeyse her gün sözlük okurdum. Öğrendiklerimi cümle içinde kullanmaya çalışırdım. Bu sebeple filmleri başka türlü izler, dergileri ve kitapları başka niyetlerle de okurdum. İtiraf etmeliyim ki, bundan gizli bir övünç duyardım: Sanki “şenayi” nedir bir ben bilirdim; ballandıra ballandıra anlatırdım “caka”nın “ceket”ten geldiğini, ama ceket’in Fransızcadan (jaquette) caka’nın ise İtalyancadan (giacca) dilimize geçtiğini… Matah bir şeymiş gibi!
Galiba Almancayı da böyle öğrendim, sözlük okuyarak… Şanslıydım; evin en görünür yerinde 32 ciltlik devasa bir sözlük vardı: Deutsches Wörterbuch. Üstelik yazarları da “Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler”, “Külkedisi”, “Hansel ve Gretel” gibi masallarından tanıdığım Grimm Kardeşlerdi.
Bu muazzam etimolojik sözlüğün arkasında yatan hikâye ilginçtir doğrusu: Bir sebeple Göttingen Üniversitesi’nden uzaklaştırıldıklarında aç susuz değil ama beş parasız kalan kardeşler ne yapacaklarını düşünürken Leipzigli yayıncıların (Karl Reimer-Salamon Hirzel) teklifiyle uzun soluklu bir uğraşın içinde bulurlar kendilerini… Ulaşabildikleri tüm Almanca metinleri tarayacak; halen kullanımdaki yahut kullanımdan düşmüş sözcükleri bulacak; başka dillerdeki karşılıklarını verecek; tarihsel gelişimini işleyecek; deyimlerde/atasözlerinde nasıl kullanıldığını sergileyecek; bazen eşanlamları da verilecektir. Neyse ki yalnız değillerdir. Kendilerine yüze yakın kişi katkıda bulunacaktır.
A, B, C ve D harflerini Jacob Grimm hazırlar. E ve F harflerini ise Wilhelm Grimm… Ancak “Furcht”tan (dehşet, korku, endişe vs.) ötesine ömrü yetmez. Kardeşlerin ölümüyle yarıda kalan projeyi Alman Bilimler Akademisi (Berlin) devralır. Böylelikle ilk cildi 1854’te yayımlanan eser 1961’de tamamlanır.
Dilimize “sözlük” kelimesinin Türk Dili Tetkik Cemiyeti “lûgat ıstılah kolu başı” Celâl Sahir Erozan’ın önerisiyle kullanılmaya başladığını geç öğrendim yine de… Ben kendisini “Bütün hayatımı onlar verir de ben yaşarım/ Kadınlar olmasa öksüz kalırdı eş’ârım”ın şairi olarak bilirdim oysa. Berrin Nadi’nin babası… Türk Dil Kurumu’nun 4 kurucu üyesinden biri…
Sözcük türetme meselesine ilgi duymam biraz zaman aldı. Emin Özdemir sayesinde sözcükleri bir elmayı, bir insanı, doğayı yahut nefes almayı sever gibi sevmeyi öğrendiğimde eşek kadardım, üniversiteye gidiyordum. “Terim Hazırlama Kılavuzu”nu kaç defa okuduğumu hatırlamıyorum doğrusu…
Tabii paralelinde dergileri, eski dergileri karıştırma arzusu engellenemez bir hal aldı; “imge”nin, “anı”nın, “soyut”un sebep olduğu tartışmaları okumak eşsiz bir histi benim için…
Derken bir sözlükçü olarak hayatıma girmesi gecikmedi Hulki Aktunç’un. Sonra ver elini Osman Cemal Kaygılı, Ferit Develioğlu, Tahsin Saraç, Mustafa Nihat Özön, Ömer Asım Aksoy, Ali Püsküllüoğlu, Hasan Eren, Sevan Nişanyan, Filiz Bingölçe…
Biraz daha büyüyüp bir yayınevinde çalışmaya başladığımda İsmet Zeki Eyüboğlu ile tanıştım ve hayatım değil, ama bazı fikirlerim değişti.
Nihayetinde ezoterik bir sözlüğe “çevirmen” olarak imza attım yıllar sonra… Takma adla ilkokul öğrencilerine yönelik sözlük hazırladım; ben diyeyim 50 bin, siz deyin 100 bin basıldı bu sözlük… Yine takma adla “Çocuk Adları Sözlüğü” hazırladım vs. Şimdilerde Selim İleri için bir özel sözlük hazırlamaktayım. Okurla buluşmasını umarak…
Hâlâ dönüp dönüp okuduğum sözlükler bulunur etrafımda… Türkçe, Almanca yahut Latince… Ve emin olun ki, bir roman, bir şiir okurken aldığım hazza yakındır sözlük okurken aldığım haz…
Hal böyleyken üzülerek fark ediyorum ki, eğitmenler, öğretmenler günden güne uzaklaşmakta sözlükten… Çevirmenler sözlüğe başvurmayı utanç vesilesi sayıyorlar adeta… Araştırmacılar, akademisyenler de pek iştahlı değiller yeni, farklı, özgün bir sözlük hazırlamaya… Günden güne azalmakta raflardaki yeri sözlüklerin… TDK 1980’den bu yana kıyafet üstüne kıyafet değiştirdi. Şu an “sözkonusu”nu, “önsöz”ü farklı farklı yazan sözlükler var piyasada… Argoyu ayıp sayan bir nesil türedi… Kemal Sunal filmlerini seyretmelere doyamayan halk yüz vermiyor şimdilerde ona.
Vaktiyle “Yaşar Kemal Sözlüğü” basan bu ülke yayıncıları bazı sözlüklerin tekrar basımına bile yanaşmıyorlar. Belki bu, belki başka sebeplerle “Kelime Sıklığı Sözlükleri”ne nadiren rastlıyoruz. Fonetik üzerine ne kadar az çalışma var. İyi ki vaktiyle bir “Derleme Sözlüğü” basılmış, diyoruz ister istemez, gördükçe çölleşmeyi…
Sonra yakınıyoruz, “Neden birbirimizi anlamıyoruz?” diye… Oysa en az bunun kadar önemli, kendimizi nasıl, hangi sözcüklerle ifade ettiğimiz. Öyle sınırlı ki söz dağarımız, bir şeyi ya seviyor, ya hoşlanıyor, ya da beğeniyoruz. Ötesi yok!
Sıfatlarda ise mübalağa almış başını gitmiş vaziyette. Önce “iyi” vardı, o “çok iyi” oldu, sonra “süper” türedi, derken “mega”, peşi sıra “ultra”… Ve bunları bile gelişigüzel kullanır olduk. Bizim “ultra” dediğimize elin gâvuru “iyi” bile demiyor. Peki, bu kopukluk, bu uzaklık niye?
İhtiyaç listesi sıralamasında “kitap” sonlarda… Ben ilk ona ne yazacağımı bile belirlemekte güçlük çekerken, kitap 200’lü sıralarda… Şaştığım ise, kendini ifade etmekte doğru ve etkili sözcükleri bulmakta güçlük çeken halkımın, ihtiyaç listesi oluştururken hiç zorlanmaması…