Mohsen Namjoo: Deneyin bedelini ödeyen evrensel ses

Onun için şarkıcı mı demeli, yoksa çağının yankısı mı? Gelenekten kopmadan nasıl deneysel olunur? Sadece ‘Zolf’ gibi doruk bir eser için doğmuş olabilir mi? Mohsen Namjoo’nun sesi neden bir enstrüman gibi işitiliyor? Sesini derinleştiren şiir mi, sürgün mü?

Fotoğraf: Official Mohsen Namjoo

İran’ın kuzeydoğusundaki Torbat-e Jam: Şiirin, tasavvufun ve sanatın kadim bir mekânı.

Mohsen Namjoo (d. 1976), hem doğdu toprakların mirasın sahip çıkar, hem de Batı’nın sesine kulak vermeye erkenden başlar. Henüz on iki yaşındayken klasik İran müziğini öğrenmek üzere setâr çalar. Bu, yıllar sonra ortaya çıkacak müzikal fırtınanın ilk kıvılcımları gibidir.

Namjoo’nun gençlik yılları, gelenek ve yenilik arasında zigzag dokumakla geçer. Sufî dizelerden, Hafız ve Rumi gibi klasiklerden aldığı ilhamı, Jim Morrison’dan Eric Clapton’a uzanan Batı gitarlarına ve blues ritmleriyle buluşturmaya çalışır.

Meşhed’in dinsel kalıbı, devrim sonrası baskının gölgesinde “kitlesel konserlere izin vermiyoruz” diyen muktedirlere rağmen, yeraltı müziğinde canlı bir enerji bulur. Sokaktan gelen melodileri, cami duvarlarından süzülen seküler akorlarla buluşturur. Kimileri ona İran’ın Bob Dylan’ı dese de, aslında bu çelişkisel tutumu işaret eder; zira tercihi kimliğini kuran ortak duygunun dışavurumudur.

Tahran Üniversitesi Sanat Fakültesi’ne girer. Setârla başladığı müzik yolculuğu, bir noktada eğitim sistemindeki dar sınırlarla karşılaşır. Elektrik gitarı kullanması, piyano, Batı müzik teorilerini müziğine katma isteği akademik gelenekle çatışır.

Bu çatışma, onu bir “akademik dışlanmaya” götürür. Namjoo’nun bu dönemde tiyatroya yönelmesi dolayısıyla sürpriz değildir: Tiyatro, ona çok sesliliğin, perspektifin, yaratıcılığın pencerelerini açar; başka bir ifadeyle demokrasiyi, sahnenin çıplak dilinde sunar.

Bir sağlık sorunu ya da politik müdahaleden değil, tam aksine “sahiciliğin” eğitimin sınırlarına sığdırılamazlığı nedeniyle kopuş yaşanır. Eğitimden kopuş, yaratıcılığın başlangıcı olur.

Sürgün: Cezadan Kaçış ve Yaratıcı Yenilenme

Mohsen Namjoo, 2008–2009 döneminde müzik tarihinin bir eşik noktasını yaşar: İran devleti onu sistem karşıtı bir figür olarak kodlar. “Shams” adlı eserindeki Kur’an ayetlerini Batı ritmleriyle harmanlama cesareti yargının elini güçlendirir ve 2009 yılında gıyabında beş yıl hapis cezası verilir.

Ne var ki Namjoo evde kalmayı tercih eden bir ses değildir. 2009 yazında Viyana’ya yerleşir; orada öğrenci vizesiyle yaratıcı özgürlüğe açılan kapıyı aralar. Aynı yıl içinde gıyabında verilen ceza, artık ülkesine geri dönemeyeceğini resmiyete döker. Bu, bir kovulma değil; sanatçı olarak dönüştüğü zeminin tanımıdır — ve bu tanım devrimci bir yaratıcılığın başlangıcıdır.

ABD’ye geçişiyle birlikte Namjoo daha önce deneyimlemediği üç mekânda köklenir: Akademi, sahne ve seminerler. Brown Üniversitesi’nde “Tradition and Protest: Iranian and Persian Music” adlı dersi verir; Stanford’da sanatçı ve müzikolog kimliği birbirine karışır, Namjoo artık ne sadece bir performansçı ne de yalnızca bir teorisyendir; müziği bir düşünce biçimi olarak öğretendir.

Bu coğrafi ve entelektüel göç, onun müzikte estetik sınırlarını da genişletir. 2010 yılında “A Minor” adlı turnesi dünyanın önde gelen salonlarını (Los Angeles Walt Disney Concert Hall, Toronto Sony Centre) dolaşır. Ardından “Alaki” albümü Stanford konserinde canlı kaydedilir; müzikal işbirliklerinde ABD’li müzisyenlerle çalışır.

Tüm bunlar, Namjoo’nun sürgünü bir yer değişikliği olarak okumadığına işaret eder. O, sürecin bizzat sanat pratiğine yansımasını ister; “araştırarak kültürel köprüyü inşa etmek” onun düsturu haline gelir. İran geleneklerinin uykuda olduğuna, Batı müziğinin bunları uyandıracak ideal titreşimler sunduğuna inanır.

Bu dönemde Namjoo için sürgün, memleketten ayrı düşme hikâyesi dışında; dilin, uslup mesafesinin yeniden kurgulandığı bir dönüşümdür. “Köşemde kalıp ölünceye dek müzik yapmak istiyorum,” der.

Hollanda: Oda Müziğinden Dünya Sahnesine

Mohsen Namjoo’nun sürgün yolculuğu, Avrupa’da başka bir dönemece girer. 2011’de Hollanda’ya yerleşir ve bu ülke ona yalnızca bir sığınak değil, aynı zamanda müzikte radikal denemeler yapabileceği bir laboratuvar sunar. Rotterdam ve Amsterdam’ın özgürlükçü sanat iklimi, onun için adeta ikinci bir doğum olur. Burada, Batı’nın en köklü icra geleneklerinden biri olan oda müziğiyle karşılaşır ve bu disiplinle Doğu ezgilerini harmanlamayı dener.

Özellikle Amsterdam Sinfonietta, Nederlands Blazers Ensemble ve bağımsız oda orkestralarıyla yaptığı projeler, Namjoo’nun müziğinde yeni bir eşik açar. Geleneksel İran makamlarını yaylı çalgılar için düzenler, setârın ince tınısını viyolonsel ve kemanla konuşturur. Bu çalışmaları, “Doğu ile Batı’yı buluşturmak” klişesiyle açıklanamaz; daha çok, farklı müzik geleneklerinin kendi bütünlüğünü bozmadan yan yana gelebileceğini kanıtlayan özgün denemelerdir.

Hollanda’daki konserlerinde, repertuar çoğu kez disiplinlerarası bir biçim alır. Bir performansta Hâfız’dan şiir okur, ardından blues’a yaslanan bir doğaçlamaya geçer, sonra da oda orkestrası eşliğinde setârın titreşimlerini yaylılarla örer. Dinleyici, bu geçişlerin sertliğini değil, tam tersine aralarındaki akışkanlığı hisseder. Müzik eleştirmenleri, bu noktada Namjoo’nun “fusion” terimini aştığını, aslında yeni bir estetik kategori inşa ettiğini vurgular: Deneysellikte ısrar.

Hollanda’nın sağladığı özgürlük, Namjoo’yu dünya çapındaki eleştirel düşünceyle de buluşturur. Müzikolojide “post-kolonyal çeviri” tartışmalarına gönderme yapan konserlerinde, İran müziğinin Batı’da yanlış temsil edilmesine dair eleştiriler getirir. “Benim işim egzotik bir Doğu dekoru kurmak değil; kendi hikâyemi kendi enstrümanlarımla anlatmak” dediğinde, aslında müziğin politik bir tavır olduğunu da ilan eder.

Ve belki de en önemlisi, Hollanda dönemi Namjoo’nun “küçük ölçekli bir dünya yıldızı” hâline gelmesini hızlandırır. Konserleri Berlin’den New York’a, Sydney’den Toronto’ya uzanır; YouTube ve dijital platformlarda milyonlarca dinleyiciye ulaşır. Fakat o, hiçbir zaman kitlesel popülerliğin peşine düşmez. Onun için asıl mesele, deneyin ve deneyselliğin sürekliliğidir.

Dünya Vatandaşlığı ve Hafızanın Müzikal Politikası

Mohsen Namjoo’nun hikâyesi, İran’dan sürülmüş bir sanatçının biyografisi değildir; modern müzik tarihinde sürgün ve aidiyet kavramlarının yeniden yazılışıdır. Hollanda’dan dünyaya açılan konserlerinde ve kayıtlarında artık tek bir coğrafyaya seslenmez. New York’ta Carnegie Hall sahnesine çıktığında da, Berlin’de küçük bir caz kulübünde doğaçlama yaptığında da, Tahran’ın sokaklarını, Meşhed’in avlularını, Amsterdam’ın kanallarını ve Los Angeles’ın geniş otoyollarını aynı anda hatırlatır. Onun müziği, göçün çoğul mekânlarını sesle bir araya getirir.

Bu çoğulculuk estetik bir arayış değil, politik bir jesttir. İran’daki yasakların, sansürün ve cezaların gölgesinde gelişen sanatı, Batı’da da “oryantal egzotizm” tuzağına düşmeden ayakta kalmayı başarır. Namjoo, kendisini ne yalnızca “protest müzisyen” ne de yalnızca “füzyon sanatçısı” olarak görür; daha çok, her iki dünyanın sesini kendi yaratıcılığının filtresinden geçiren bir “hafıza işçisi”dir. Her şarkısında, hem bireysel sürgünün yalnızlığı hem de kolektif bir coğrafyanın hatıraları yankılanır.

Eleştirmenler, Namjoo’nun müziğini post-kolonyal bir direniş olarak okumayı önerirler. Çünkü o, Doğu’nun Batı karşısında sürekli yeniden üretilen edilgenliğini reddeder. Onun setârı, nostaljinin değil; çağdaş bir politik müziğin enstrümanı hâline gelir. Blues ile birleştiğinde bu setâr, özgürlüğün sesi olur. Kimi zaman Şeyh Galib’in şiirleriyle, kimi zaman Bob Dylan’a göz kırpan dizelerle, dinleyicisini tek bir gelenekten değil, birbiriyle konuşan birçok gelenekten besler.

Bu noktada Namjoo’nun müziği, sürgün estetiğini aşar ve bir dünya vatandaşlığı teklifine dönüşür. Paris’te dinleyen, onda İran’ın kadim hafızasını duyarken; İstanbul’daki dinleyici kendi yasını işitir; New York’taki kulaklar ise blues’un isyanını hatırlar. Namjoo, böylece bireysel bir sanatçı olmaktan çıkar, ortak bir duygunun –köklerinden kopmuş, ama köklerini unutmayanların duygusunun– tercümanı hâline gelir.

Onun şarkılarında sessizlik de gürültü kadar önemlidir. Sözcüklerin bittiği yerde, tellerin arasından sızan o ince tını, aslında sürgünün ve direnişin en derin ifadesidir. Bir anlamda Namjoo’nun müziği, hem İran’ın hem dünyanın kolektif hafızasına bırakılmış, asla silinmeyecek bir ses kaydıdır.

Bugünün Namjoo’su: Sesin Enstrümanla Eşitlendiği Yer

Mohsen Namjoo bugün artık İran müziğinin değil, küresel sahnenin de eşsiz figürlerinden biridir. Onun en belirgin özelliği, sesi bir enstrüman gibi kullanmasıdır. Tınısı, setârın telleriyle ya da gitarın perdeleriyle yarışır; inişli çıkışlı vokal hatları, makamlarla blues arasında gidip gelen bir “insan sazı” yaratır. Dinleyen için şarkı söylemekten çok, sesle çalmak gibidir bu. Batılı eleştirmenlerin sık sık “vocal acrobatics” diye adlandırdığı şey, aslında Doğu’nun eski meşk geleneğinin modern dünyaya aktarılmış hâlidir.

Bu yaklaşım, Namjoo’nun kariyerinde en berrak biçimde “Zolf” adlı eserinde görülür. Tek bir kelimeye yüklediği dramatik yoğunluk, bir şairin bütün ömrünü tek bir dizeye adamasını andırır. “Zolf”ta sesin kıvrımları, kelimenin anlam katmanlarını çoğaltır; bir yandan Fars şiirinin kadim imgesi olan saç telini çağrıştırır, bir yandan da sürgünün, ayrılığın, dolaşıklığın sembolüne dönüşür. Dinleyici, Namjoo’nun boğazından çıkan o kıvrımlı sesle yalnızca bir kelimeyi değil, koca bir duygular evrenini duyar. Onun için “Zolf” adeta varoluşsal bir zirvedir: sanki tüm hayatı bu tek şarkının imkânlarını açığa çıkarmak için yaşanmıştır.

Son yıllarda Namjoo’nun konserleri, sahici bir kültürel karşılaşma mekânı olarak anılıyor. İstanbul’da ya da Berlin’de, genç dinleyiciler kadar yaşını almış göçmenler de onun konserlerinde aynı titreşimi yakalıyor. Çünkü Namjoo, kendi hikâyesini anlatırken herkesin hikâyesine dokunuyor: Sürgünü hatırlatırken göçmenliği, aşkı söylerken kaybı, umudu dillendirirken inadı da birlikte seslendiriyor.

Bugün hâlâ yeni kayıtlar yayımlamakta, uluslararası festivallerde sahne almakta, bazen tiyatroyla, bazen görsel sanatlarla işbirlikleri yapmakta… Ama onun müziğinin esas kıymeti, türler ve coğrafyalar arasında açtığı bu köprüde saklı. Mohsen Namjoo, kendini tekrar etmeyen ama köklerinden de kopmayan bir sanatçı… Her yeni dinleyici için onun sesi hâlâ o ilk günkü gibi şaşırtıcı, davetkâr ve sarsıcı!

Velev'i Google Haberler üzerinden takip edin

ÖNERİLEN İÇERİKLER