Aşkın adı genellikle gençlik çağrışımlarıyla anılır: İlk heyecanlar, çarpan kalpler, tutkulu kucaklaşmalar… Ancak Haneke’nin Aşk filmi, bütün bu çağrışımları elinin tersiyle iter. 2012 yapımı bu başyapıt, aşkı zamanın aşındırıcı etkisine rağmen ayakta tutmaya çalışan bir çiftin, Georges ve Anne’in hikâyesini anlatır. Ama bu, bir anlatıdan çok bir tanıklıktır. Seyirci, film boyunca öpüşmelere değil, bez değişimlerine; sarılmalara değil, çaresizliğin iç burkan dokunuşlarına şahit olur. Güzellik, neredeyse hiç konuşulmayan sahnelerin içinde, bakışlarda, suskunluklarda ve yavaşlayan zamanın ritminde saklıdır.
Haneke, kamerayı sadece yaşlı iki bedenin üzerine değil, aynı zamanda bir ilişkiye yöneltir. Bu ilişki, ne gençlikteki ateşe sahiptir ne de yaşlılıkta sık rastlanan alışkanlık bağlarına… Bu ilişki, birbirini tanımaktan gelen derin bir kabullenmeye dayanır. Georges’un Anne’i banyo yaptırırkenki hali ya da onun isteksizliğine duyduğu sabır, filmin kalbindeki “aşk” tanımını yeniden kurar. Aşk, bu sahnelerde ne coşkulu bir bağırış ne de melodramatik bir feryattır. Aşk, bir sandalyeyi çekmektir. Bir pencereyi örtmektir. Bir hatırayı susturmadan yanında tutmaktır.
Film, ölüm fikrini sürekli bir fon gibi kullanır. Ama bu ölüm, sadece biyolojik bir son değildir. Aynı zamanda bir kişiliğin, bir ilişkinin, bir ev içi düzenin yavaş yavaş eriyip gitmesidir. Georges’un elinden kayan salt karısı değildir; hayatın anlamı da avuçlarının arasından süzülmektedir. Aşk, burada bağlılık yemininden ziyade bir varlık mücadelesidir. Bu mücadele de çarpıcı final sahnesinde olduğu gibi, hem merhameti hem şiddeti içerebilir. Haneke, seyirciye şunu fısıldar: Gerçek aşk, bazen acı verici kararlar almayı da kapsar.
Bu film, bir aşk öyküsünden çok bir aşkın topografyasıdır. Kırışmış ellerin, yavaş adımların, çınlayan sessizliklerin topografyası… Ve bu sessizlikte, belki de aşkın en derin tonunu işitiriz: “Ben buradayım. Gitmiyorum. Gitmeyeceğim.”
Olmayan Bir Dünyanın İçinde Kaybolmak
Aşk, tek bir biçime indirgenemeyecek kadar çoğul bir deneyimdir. Doğduğu coğrafyaya, beslendiği dile, taşındığı efsaneye göre farklı kisvelere bürünür. Batı’nın tragedyalarında aşk çoğu zaman yasakla, isyanla ve ölüme meydan okuyuşla anlatılırken; Doğu’nun masallarında aşk, erişilemeyenin sonsuz arayışı, çoğu zaman da Tanrı’ya giden bir iç yolculuktur. İkisi de yanar; ama biri kavuşamadığı için, diğeri ise kavuştuğunda artık o aşkın kaldığı yerden devam edemeyeceğini bildiği için.
İngiliz edebiyatının en ünlü âşıkları Romeo ve Juliet, birbirlerine karşı duydukları tutkuyla ailelerine, toplumlarına, kaderlerine isyan ederler. Aşkları, nihai bir kavuşmanın değil, büyük bir kurbanın bedeliyle anlam kazanır. Bu, aşkı bir tür direnişe dönüştürür: Ya birlikte yaşarız ya birlikte ölürüz. Aşk, burada toplumsal normların karşısında konumlanan bir bireysellik biçimidir. Onlar, birlikte var olamayan bir dünyanın içinde ancak yok olarak birleşebilirler.
Oysa Doğu’da, özellikle İslamî mistik gelenekte ve halk anlatılarında, aşk bir başka anlam katmanında derinleşir. Leyla ile Mecnun, Ferhat ile Şirin yahut Yusuf ile Züleyha… Bunlar, kavuşmaktan çok yolda olmayı, aramayı, yanmayı kutsayan hikâyelerdir. Mecnun, çöllerde aşkıyla aklını yitirirken aslında Leyla’yı değil, ona duyduğu aşk vasıtasıyla Tanrı’yı arar. Bu nedenle Doğu aşkı, metafizik bir derinliğe yaslanır. Kavuşmak, çoğu zaman aşkı bitiren bir şey olarak görülür. Çünkü aşk, bir hedef değil, bir hâl, bir oluş biçimidir.
Bu iki farklı gelenek, bize aşkın nasıl kültürlenmiş bir tecrübe olduğunu da gösterir. Batı’da aşk, bireyin iradesiyle şekillenen dramatik bir seçime dönüşürken, Doğu’da aşk daha çok kaderin, yazgının ve ilahi olanın gölgesinde yaşanır. Birinde aşk eylemdir; diğerinde ise teslimiyettir. Birinde kavga vardır, diğerinde sabır. Ama her iki gelenekte de aşk, bir tür kendinden çıkış, bir tür benlik kaybıdır. Tıpkı Haneke’nin yaşlı çiftinde olduğu gibi: Aşk, sonunda “ben”i eriten, yerine “biz”i koyan bir hâl alır.
O hâlde şu soruyu sormak gerekir: Aşk, gerçekten başkasına yönelmiş bir sevgi midir, yoksa kendimizi bulduğumuz aynanın öteki yüzü mü? Kültürler, bu aynaya hangi yansıyı taşırsa taşısın, sonunda ortak bir deneyime varıyor olabilir: Aşk, insanın zamanla, toplumla ve kendi varlığıyla verdiği en mahrem mücadeledir.
Modern Çağda Aşkın Hızla İmtihanı
Aşk artık bir iç çekiş değil, bir ekrana düşen bildirim. Seçme ve seçilme ihtimaliyle parmak ucuna indirgenmiş bir arzu formu. Önceden bir mektupla haftalarca beklenen bir cümle, şimdi mavi tikle mühürlenen sessizlik hâli. Zamanın bu kadar hızlandığı bir çağda, aşk nasıl dayanabilirdi ki? Aşk dediğimiz şey, zaten kendine uygun bir zaman talep etmez mi: Beklemek için, özlemek için, değişmek için… Oysa şimdi, cevap verilmemiş bir mesajın gerginliğinde yaşıyoruz duygularımızı.
Kapitalist sistemin sevgiye biçtiği formül basit: Çabuk tüket, yenisini ara, bağlanma. Çünkü bağ kurmak, kök salmak, yavaşlamak demek — ve bu çağ yavaşlığa tahammülsüz. Aşkın da bir “verimlilik” sorunu var artık. “Bu ilişkiye yatırım yapmalı mıyım?” gibi sorular, duygusal değil ekonomik mantıkla soruluyor. Karşılıklı duygular, karşılıklı faydalara indirgeniyor. Aşk bile bir “değer önerisi”ne dönüşüyor.
Modern birey, özgürleştiğini zannediyor, ama aslında yalnızlaşıyor. Çünkü seçimler çoğaldıkça karar vermek zorlaşıyor. Hızla geçen yüzler, kaydırılan profiller, geçici bağlar… Bu aşkta çoğalmayı değil, aşkta kaybolmayı imkânsız kılıyor. Kimse kimseye “her şeyinle gel” demiyor; herkes “önce beni yorma” diye tembihli. Kırılganlığı paylaşmak yerine, güç göstermek revaçta. Oysa aşk, tam da en kırılgan anlarımızda çıkmaz mı ortaya?
Bütün bu koşuşturma içinde Haneke’nin Aşk filmi neden bu kadar çarpıcı gelir bize? Çünkü yavaşlar, çünkü bakar, çünkü susar. Yaşlı çiftin arasındaki sevgi, bir paylaşımın değil bir tahammülün, bir alışkanlığın değil bir sadakatin ürünü. Orada, sevmenin estetikle değil, etiyle kemiğiyle yaşandığı bir hâl var. Banyo yaptırmak, altını temizlemek, yastığını düzeltmek… Bunlar, Instagram’a koyulacak romantik kareler değil. Ama gerçek aşk, belki de tam burada saklı.
Peki… Modern zamanların hızına ayak uydurmak zorunda kalan bir aşk, hâlâ aşk olabilir mi? Yoksa o artık, “ilişki yönetimi” denen şeyin algoritmik bir türevi midir?
Kırık Zamanlarda Aşkı Yeniden Düşlemek
Aşk, hep biraz yaralı doğar. Tıpkı insan gibi, tam olmamakla baş eder, eksikleriyle yaşar, kusurlarla barışır. Haneke’nin filminde olduğu gibi; sadece hasta bir eşin başını okşamakta değil, onun son sözünü bile duymadan yanında kalabilmektedir sevgi. Peki, bütün bu dijital gürültünün, hızın, güvensizliğin, tüketim kültürünün ortasında aşk yeniden mümkün olabilir mi?
Belki de soruyu tersinden sormalıyız: Aşk değilse ne kurtaracak bizi? O kayıtsız şartsız ilgi, emek isteyen bağ, sözsüz anlaşma… Hangi yapay zekâ bunu programlayabilir? Hangi aplikasyon, yıllar süren bir sessiz anlaşmanın yerine geçebilir?
Elbette eski formlarıyla değil. Ne Rönesans’ın ideal aşkı, ne romantizmin kaderci tutkusu, ne de 20. yüzyılın “bireysel özgürlükle sarmaş dolaş aşkı” artık tek başına yeterli. Yeni anlatılar, yeni bağlılık biçimleri gerekiyor. Aşkın, sadece iki kişi arasında bir mesele olmaktan çıkıp, etik bir seçim, varoluşsal bir tavır olarak düşünülmesi gerekiyor. Aşkın, bir aidiyet değil, bir eşlik etme biçimi olduğunu anlamamız gerekiyor.
Belki de en çok şunu: Aşk, yalnızca karşılıklı “hoşlanma” değil, birlikte “dayanma” halidir. Ve bu yüzden aşk, bir ömür vaat etmekten önce, bir an’ı paylaşmakla başlar. Çünkü bazen bir fincan çay uzatmak, bir yolculuğu birlikte susarak tamamlamak, tüm sözlerden daha sahici olabilir.
Yarına dair umut işte bu sahicilikte saklı. Aşk, kendini yeniden kurabilir. Ama yalnızca hızın değil, kırılganlığın da anlam bulduğu, gösterişin değil, bakımın yüceltildiği bir dünyada… Haneke’nin kamerası nasıl bize bakmamızı öğretiyorsa, belki de aşk da yeniden bakmayı, görmeyi, tanımayı öğretecektir.
Öğretecektir de… Biz hazır olmayı, öğrenci olmayı başarabilecek miyiz? Bence soru(n) bu!