Düşünmek bir “zahmet”e dönüşmüş vaziyette; okur drajeler halinde almak istiyor kitabı… Kitabın uyandıracağı hisleri, fikirleri… Hatta bunları belirgin şekilde tasnif etme derdinde. Kurgu peşinde koşan yok. Üslup kimsenin umurunda değil. Özgünlük, yaratıcılık da ne ola ki… Hele aykırılık!
Mehmet H. Doğan, “Tekrarın Tekrarı” adlı kitabında yer alan “Kötü Okuyucu ve Edebiyat” adlı makalesinde, Ehrenburg’un, “iyi yetişmiş bir okuyucunun sanatçıyı yeni ve özgün eserler vermeğe zorlar” sözünü anıp, iyi yetişmemiş okurun da sanatçının yaratma çabasına nasıl tesir edeceğini sorgulamış. Bazı çıkarımlarda bulunmuş, geçerliliğini bugün dahi koruyan…
Şimdi tutup ne kadar öngörülü olduğu için Mehmet H. Doğan’ı kutlamalı mıyız, yoksa nasıl oluyor da, yaptığı saptamaların üzerinden yaklaşık yarım asır geçtiği halde hâlâ aynı yahut benzer engellere ayağımızın takıldığına mı hayıflanmalıyız, düşünmek gerek, hem de uzun uzadıya…
“Yerim dar!” bahanesine sığınıp açılmaya, tartışılmaya muhtaç bir iki görüş ekleyerek “aracı” olmak istiyorum sadece, vaktiyle bu makaleyi, bu kitabı okumayanlara…
Mehmet H. Doğan’a göre kişinin “niteliksiz okur” (!) mertebesine yükselebilmesi için bazı temel özelliklere sahip olması şart… Mesela “cahillik” ilk sırada… Diyor ki Mehmet H. Doğan, “Sanatın toplumsal yaşamdaki yeri ve gerekliliği üzerinde belirgin bir fikri yoktur” cahil kişinin; “Sanat faaliyetlerini izlemesi, neredeyse içgüdü diyebileceğimiz belli bir alışkanlıktan öte gitmez. Bunun için de şiirle romanı, romanla hikâyeyi, hikâyeyle gazete haberlerini birbirine karıştırır. Şiiri hikâye gibi okumağa kalkar, o tadı bekler ondan. ‘Ne anlatıyor bu şiir?’ sorusunu sorar çoğunlukla.”
Hafızam pek kuvvetli değildir, lakin yine de unutamamışımdır, edebiyat derslerinde bıkıp usanmadan tekrarlanan bu sorunun beni düşürdüğü aciz durumları… Yüz farklı cevap da versem tutturamazdım “doğru”sunu bir türlü… Öğretmenin kafasındakini sözcük ve sözcük söylemedikçe ulaşılamazdı “doğru”ya zira. Tek kapılıydı o vakitler şiir ve anahtarı muktedirlerdeydi!
Bu arada, Mehmet H. Doğan, cahilde bile bir pırıltı görüyor, ona umutla bakıyor sanki. Hikâye terbiyesine sahip cahilin şiirde de bildiği, aşina olduğu tadı arayacağını söylüyor. Aklına cahil kişinin hikâyeden bile isteye uzak duracağı, duvarına itinayla astığı tek kitap dışında hiçbir kitaba yüz vermeyeceği gelmiyor mesela… Demek ki cahillikte de mertebeler var ve basamaklar arasındaki mesafe tahminimden de öte!
Aynı makalede diyor ki Mehmet H. Doğan: Kötü okuyucu “dayanıksız”dır. “Sanat eserini özümleme, sevme çabasında gücü çabucak tükeniverir. Örneğin bir okuyuşta kendisine hoş gelmeyen bir şiiri bırakıverir bir kenara. ‘Ben bundan bir şey anlamadım.’ der. Oysa aynı şiiri bir daha, iki üç kez daha okuma dayanıklılığı gösterse, zamanla onun kendisine bir şey verdiğini (anlattığını değil), gizlerini yavaş yavaş önüne serdiğini görecektir.”
Hatırlıyorum; 80’li yıllardı ve Türk işi “auteur sineması” diye bir şey türemişti. Yeşilçam’ın direttiği, “halk bunu istiyor, halk bundan anlıyor”un karşına cazip bir seçenek olarak konula konula “bu” konulmuştu. İzleyici, çoğu kere, filmi on dakika sonra terk ediyordu. Video furyasında en az kiralananlar bu filmlerdi. Sonra ne oldu? Ülke sineması Recep İvediklere, Düğün Derneklere, Eyvah Eyvahlara teslim oldu. Ve bu filmlere henüz sıra gelmediği vakitlerde de sinema salonları, dağıtım kartellerinin tercih ettiği Amerikan filmlerine boğuldu.
Farklı disiplinler, lakin benzer manzara: ülkemizde 180 civarı edebiyat fakültesi, MEB bünyesinde görev yapan 850 bin öğretmen olmasına rağmen, bugün Sarah Jio, Jojo Moyes, John Verdon ve Harlequin bozması her roman iştahla okunuyor; Sabahattin Ali denince “Kürk Mantolu Madonna”, Orhan Kemal denince “Hanımın Çiftliği” geliyor akla… “Okur” ehliyetine sahip nüfusumuza bakıldığında, Nâzım Hikmet’in, Orhan Veli’nin bile yeterince iltifat görmediği çıkıyor ortaya.
Sözü uzatmadan Mehmet H. Doğan’a dönüyorum: “Ben-merkezcidir okuyucu. Bu yüzden bütün ben-merkezci insanlar gibi kendine çok güvenir. Yargılarına sımsıkı bağlıdır. Kolay kolay değiştiremez onları. Bu yargılarının temeli de kendi basit ve tek dünyasıdır. Dünyaya bir başkasının gözüyle bakmasını bilemediği için bütün değerlendirmeleri dönüp dolaşıp o tek ve boyutları sınırlı dünyaya dayanır. Sanatçının sunduğu, önerdiği dünyaya dolaysız etkilenmelere alışmış bir gözle bakar. Bu yüzden kendisini hemen ele veren, apaçık, bildirisi hiç zahmetsiz görülebilen sanat eserlerine düşkündür.”
Nasıl da canını sıkıyor insanın bu saptamalar! Ve ne kadar yakıcı, delici, parçalayıcı sözler bunlar! Yine de, “Haklı yahu!” demekten başka çare yok!
Ömer Seyfettin’in gördüğü ilgiyi hikâyelerinin edebi yüksekliğiyle açıklamak mümkün mü? Öğretmenlerin “Çocuk Kalbi”nden bir türlü vazgeçemeyişlerinin sebebi biraz da bu değil mi? Ece Ayhan’ın, Turgut Uyar’ın daha çok şuaraca okunması vs.
Düşünmek bir “zahmet”e dönüşmüş vaziyette; okur drajeler halinde almak istiyor kitabı… Kitabın uyandıracağı hisleri, fikirleri… Hatta bunları belirgin şekilde tasnif etme derdinde: Ayrılık sancıma şu iyi gelir; ağlama ihtiyacımı bu karşılar; şehvetimi bu söndürür… Kurgu peşinde koşan yok. Üslup kimsenin umurunda değil. Özgünlük, yaratıcılık da ne ola ki… Hele aykırılık!
“Körler ülkesinde resim, sağırlar ülkesinde müzik diye bir sanat olmazdı kuşkusuz. Okuyucusuz da edebiyat olmaz.” şeklinde tartışılmaya muhtaç bir iddiadan sonra makalesini şöyle tamamlıyor Mehmet H. Doğan: “Sanatçı yaratışı beslemeyen ucuz yargıları, üstünkörü değerlendirme alışkanlıklarını, kolaya kaçmaları, umursamazlıkları, dışı parlak ama içi boş sloganları yıkmak, bunlarla savaşmak sanat eleştirisinin önünde durmakta olan büyük görevdir bugün.”
Galiba bu büyük görev, bu topraklarda yaşayanlar için, daimi bir görev… Eğer “iyi okur” aşısı geliştiremezsek vay halimize!