Selim İleri’nin Salâh Birsel üzerine yazdığı bir denemeyi okuyunca huysuzluğum depreşti.
Niye mi?
Anlatayım…
Salâh Birsel, elbette denemeci yanıyla, denemeye yaptığı katkılarla anılan, saygı duyulan bir isim – buna ne şüphe! Benim içinse önce şair…
Katılır mısınız bilmem, ama uydurduğu/türettiği, kimselerin yüz vermediği yahut anlamlarını kaydırdığı sözcüklerle, bir dil ustası olarak da görmek gerek kendisini…
Mesela “Ayşuşe” şiirini ele alalım. Daha ikinci dizesinde tuhaf (!) bir sözcük karşılar bizi: çekelemek. İkinci kıtanın ilk dizesinde “ımırcık”, üçüncü dizesinde “mazı”… Dördüncü kıtanın ikinci dizesinde “laleveş”… Pek duymaya alışkın olmadığımız, dolayısıyla kullanmadığımız (yahut nadiren kullandığımız) sözcükler bunlar.
Öte yandan “vayvaylar dağıtmak”, “kıvırcık kıvırcık yatmak” gibi sözcük öbekleri de var aşina olmadığımız. Hele şiirin adı… Ayşe’nin tam ortasında ne işi var “şu”nun, değil mi?
O vakitler de kimi çevrelerce yadırganırdı bu. Ne ki eleştirmenler vardı ve eleştirileri ciddiye alınırdı. Bir karşılığı vardı okur nezdinde… Bir itibarı… Ama hepsinden önemlisi: sözlükler bir dekor malzemesi değildi.
Bu ve daha nice başka nedenlerle Salâh Birsel ötelenmedi. Dili zenginleştirdiği, benzersiz bir üsluba ulaştığı falan da söylendi. Nitekim bugün şu çorak, bakımsız günlerimizde dahi, bir okuru/takipçisi var çok şükür…
500-600 Sözcükle Yazılıyor Romanlar…
Oysa şimdilerde, bırakın Salâh Birselvari sözcük kullanımlarını, neredeyse 500-600 sözcükle yazılıyor romanlar. Bilhassa da çocuk romanları… Pardon: çocuk kitapları!
Öğretmenlerimiz bile, okuduğu eserde konuşma dilinin dışına taşan, bilmediği yahut unuttuğu sözcüklere rastladığında rahatsız oluyor. Bir çocuk kitabında bu rahatsızlık duyulan sözcük sayısı iki elin parmağını geçtiğinde de alarm zilleri çalıyor.
Galiba şu demek isteniyor yazara: “Öyle bilemeyeceğim sözcükler seçerek ne yapmak istiyorsun? Sözlük mözlük açıp, ilgili maddeleri bulup okuma zahmetine giremem ben. Yazıyorsan benim dilimde yaz, benim bildiğim sözcüklerle yaz.”
Yalnız öğretmenler değil, ebeveynler de rahatsız, çocukların okuduğu kitaplardaki kimi sözcüklerden. Bilhassa da bilmediklerinden… Yabancı kişi ve mekân isimlerinden… Okumakta güçlük çekermiş çocuğu… Bunları bilmek zorunda mıymış…
Aynı çocuk, eğer büyük şehirlerden birinde yaşıyorsa, sokakta gördüğü tabelaları okumakta güçlük çekmiyor nedense… McDonald’s, Little Big, Starbucks, Tschibo Türkçe sanki…
“Pal Sokağı Çocukları”nı okurken Ernő Nemecsek, Feri Áts, Csónakos gibi isimler engel değildi bizim için… Zor geldiği yerde, onu çağrıştıran bir şey uydururduk (ben Nemecsek için Nemegerek derdim mesela). Mühim olan hikâyeydi. Eserin kendiydi çünkü…
Kitap Okutma Çareleri…
Kimi çocuk yayıncıları, öğretmen ve ebeveynlerin söz konusu itirazlarından kurtulup, bastıkları kitabı okutabilmek için çoğunlukla şu iki çareye başvuruyorlar:
* Yabancı kişi yahut mekân adlarını Türkçeleştirmek… Yani Hans’a Hamdi demek…
* Kitabın girişinde bir kutu açıp, bir sütunda özgün halini, karşısındaki sütunda da okunuşunu vermek…
Bazen yayınevleri, kişi yahut mekân adları dışındaki sözcüklerde, eğer o sözcüğün bilenemeyeceğinden eminseler, dipnot koymak zorunda hissediyorlar kendilerini… Lakin dipnotlar da dipnot gibi olmuyor çoğu kere. İçeriğiyle ilgili söylemiyorum bunu. O ayrı bir tartışma… Kullanış biçimiyle ilgili söylüyorum. Kocaman bir alan açıyorlar. Kimileyin açık gri zemin veriyorlar. Ve romanda kullanılan puntodan daha büyük puntolarla sözcüğü açıklıyorlar. İş işte…
İlle de Türk yazar olsun istiyorlar bu sebeple öğretmen ve ebeveynler; kahramanlar Ahmet olsun, Mehmet olsun… Olaylar İstanbul’da, Ankara’da yahut mevcut 81 ilin herhangi birinde geçsin…
Kuşkusuz iddialarımı çürüten yapıtlar var. En başta da “Şeker Portakalı” bulunuyor. Telaffuzu zor kişi ve mekân adları bir engel olmamış bugüne değin. Okundukça okunmuş. “Şeker Portakalı”na göre daha kolay telaffuz edilen kişi ve mekân adları olan “Çocuk Kalbi” de keza öyle… “Beyaz Diş”, “Demiryolu Çocukları”, “Heidi”, “Küçük Kadınlar”, “Gizli Bahçe” de…
Farkındaysanız, neredeyse hepsi iki binli yıllar öncesinde basılmış kitaplar.
Müsaadenizle sormak istiyorum: Şimdiki çocuklar mı aptal, o zamanın çocukları mı dâhi?
Egemen Eğitim Anlayışı…
Muhtemelen ikisi de bizi düzlüğe çıkarmayacak. Sorun çünkü çocuklarda değil. Onları sığ görenlerde… Onları birey olarak kabul etmeyenlerde… Bir de egemen eğitim anlayışında… Bu anlayışı hayata geçirmeye çalışan eğitmenlerde…
“Şair burada ne demiş?”lerle edebiyatın sevdirilemeyeceğini öğrenemedik bir türlü!
Sözcükleri sevmeyenler okumanın öneminden bahsediyorlar – ne hazin!
Öve öve bitiremediğimiz kütüphanemizde Ömer Asım Aksoy’un “Dil Yanlışları” yok mesela.
Osmanlı ile yatıp Osmanlı ile kalkıyoruz, ancak “âmm” desem, “amîk” desem, “amden” desem, üzerime satırla yürürler. Bilmezler neden bahsettiğimi…
Emniyetli sularda yüzme arzusundan ötürü havuzdan soğumuş niceleri – kimin umurunda?
Görmezden, duymazdan gelmek alışkanlığa dönüşmüş vaziyette…
Bayrağımız: “Benden sonrası tufan!”
E, hal böyle olunca, magazin haberlerine kadar düşüyor “Kürk Mantolu Madonna”… Dalga vesilesi ediliyor Ömer Seyfettin’in “Diyet”i… Orhan Kemal’in utana sıkıla ve malum nedenlerle yazdığı “Hanımın Çiftliği” izlenme rekorları kırıyor… Çok tutunca, romanı basılıyor “Aşk-ı Memnu”nun…
Ah, n’olur kulak versek Epiktetos’a, onun şu veciz sözüne: Cahillik, dertlerimiz için etkisiz bir ilaçtır!
İnsan tükenmeden umut da tükenmiyor işte – ne tuhaf!