Marilyn Manson (FOTOĞRAF: SUZANNE CORDEIRO / AFP)
Bazı tarihler ironik bir isabetle düşer takvimlere. 2025 yazı, Türkiye’de sahneye çıkanların değil, sahneye çıkamayanların yazı oldu adeta. İranlı müzisyen Mohsen Namjoo, yıllar önce ülkesini terk etmek zorunda kaldığı gerekçeyle tanınıyordu: Kur’an ayetlerini müziğine dahil ettiği için hakkında açılan dava, onu sürgüne sürüklemişti. Şimdi ise, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti Türkiye’de, benzer bir retoriğin kapısı çalıarak konserleri iptal ediliyor: “Dini hassasiyet”…
Bu ifade tanıdık, çünkü yalnızca birkaç hafta önce Mabel Matiz‘in “Perperişan” klibi için Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı erişim engeli talep etmiş, İçişleri Bakanlığı da Matiz hakkında suç duyurusunda bulunmuştu. Gerekçeler yine tanıdık: Kamu düzenini bozmak, ahlaki yapı, toplum hassasiyeti…
İşte tam da böyle bir zeminde, Marilyn Manson‘un Türkiye konseri duyuruldu. Dünya çapında, din karşıtı imgelerle sahne alan, kliplerinde Hristiyan ikonografisine karşı saldırgan estetikler kullanan, hakkında istismar iddiaları olan ve tüm kariyeri provokasyon üzerine kurulu bir figür: Manson, İstanbul’da sahne alacak.
(Hemen bir ekleme yapalım: Biz Manson da benzer mağduriyete uğramalıydı demek istemiyoruz. Vurgumuz üç farklı sanatçı ve tavır arasında erkin yaptığı tercihe dikkat çekmek.)
Soru kendiliğinden doğuyor: Kim susturuluyor, kim alkışlanıyor?
Kim sansürleniyor, kim “organizasyon partneri” bulunarak ağırlanıyor?
Bu, sadece çelişkili bir politika değil. Aynı zamanda sanatın anlamının nasıl seçici biçimde yorumlandığını, kutsalların neye göre “kutsal” sayıldığını ve muktedir aklın neden bazı sesleri “tahammül sınırlarının dışında” gördüğünü gösteriyor.
Acı olan ise şu: Bu tutum, bu tavır, böylesi bir seçim, sadece adaletsiz değil, aynı zamanda sanata karşı hoyratça bir müdahaleyi tartışılabilir kılıyor.
Sanat, devletin gölgesinde büyüyemez. Onun gölgesinde büyüyen şey, olsa olsa saf korkudur. Ama yine de devletler, tarih boyunca sanatı terbiye etmeye çalışmış hep. Stalin döneminde “toplumsal gerçekçilik” zorunlu kılınmış, çünkü sanatın halkı yönlendirmesi gerektiğine inanılmış. Naziler döneminde modern sanat “yoz” sayılmış, çünkü disiplin dışı görülmüş.
Bugün de otoriter eğilimlerin olduğu birçok yerde, sanatın dili kontrol altına alınmak isteniyor. Sebep malum: Çünkü sanat; tanım gereği deneyseldir, kural dışıdır, rahatsız edici…
İşte bu noktada Namjoo örneği, tam bir “iktidar ve sanat” çatışmasının yansıması. O, bir müzisyen olmanın ötesinde, sözün sınırlarını zorlayan biri. Kur’an’ı ezberlediği çocukluk yıllarını, notalarıyla yeniden yorumlayan biri. “Bu ilhamı küçümsemedim,” diyor mektubunda. Ve haklı. Çünkü sanat kutsalı küçümsemez; kutsalı yeniden anlamlandırır. Oysa devlet, bu yeniden anlamlandırmayı bir tehdit olarak görüyor.
Mabel Matiz örneği de benzer: Pop müziğiyle queer estetiği birleştiren bir şarkıcıyı, “toplumun yapısına aykırı” diyerek engellemek, sanatsal ifadeyi “uygun biçimlere” sokmaya çalışmaktır. Oysa sanatın uyum sağladığı an, artık sanat olmaktan çıktığı andır.
Peki, ya Marilyn Manson? Muktedirin radarından nasıl bu kadar kolay sıyrılıyor? Belki de o, “bizim dinimiz”le oynamıyor. Belki de Türkiye’de kutsallar, yalnızca belirli sembollere indirgendiği için, onun sahnesinde dahi bir tehdit görülmüyor.
Gel gör ki asıl tehdit sanatın ta kendi… Bu durumda onu mu yok etmeyi düşünüyorlar, bilinmez ki…
Sanatçıya ne yapması gerektiğini söylemek, ona müzik teorisi öğretmekten ibaret değildir. Bu, doğrudan ifadenin sınırlarını çizmek anlamına gelir. Devlet, “şu şekilde söyleyebilirsin, ama bu şekilde söyleyemezsin” dediği anda, sanat üretimi performans olmaktan çıkar; protokole dönüşür.
Halbuki sahne, en özgür yerlerden biri olmalıdır. Mabel Matiz’in bir dans hareketi, güftedeki bir iki satır ya da Namjoo’nun tonlaması, kutsal kitaba gönderme yapması, yalnızca birer estetik tercih değil; aynı zamanda kimliğin, aidiyetin, hatta yalnızlığın dışavurumudur. Bunlar bastırıldığında sadece sanatçının değil, seyircinin de ifadesi engellenir. Çünkü sahnede susan bir ses, aslında seyircinin susturulmuş duygusudur. Ve seyirci bunu bilir.
O yüzden Namjoo’nun Türkiye konserleri iptal edildiğinde, sosyal medyada en çok “bizim duymaya hakkımız yok mu?” sorusu yankılandı. Bu sadece bir müzikseverin hayal kırıklığı değil; sansürün kolektif bir hak gaspı olduğunun sessiz bir haykırışıydı.
Devletler bu yüzden sanatçıyı terbiye etmek ister: Çünkü sanatçı özgürse, seyirci de özgürdür. Çünkü sanat provokasyon değilse, eğlenceye indirgenir. Ve çünkü birileri hâlâ sanatı sadece “ahlakın hizmetçisi” sayıyor; oysa sanat, hiçbir hizmetin memuru değildir.
Sanat, hukuk değildir: Kuralları yoktur, sınırları keskin çizilmez.
Sanat, ekonomi değildir: Ürettiği şeyin değeri ölçülemez, yatırım olarak görülemez.
Sanat, siyaset değildir: Güç ilişkileriyle ilerlemez, iktidarlarla pazarlık etmez.
Ama sanat, bütün bunlarla karşılaşır. Onlarla kesişir, onlarla çatışır.
Sanatın dili bazen hukuku rahatsız eder; estetik bir ifade, yasaların sınırlarını zorlayabilir. Ama bu, onun yargılanmasını değil, anlaşılmaya çalışılmasını gerektirir.
Sanat bazen ekonomik düzene ters düşer, çünkü ticari olmayan şeyler söyler. Ama bu, onun susturulmasını değil, duyulmasını gerektirir.
Ve sanat, her şeyden önce biriciktir. Bir sesin tınısı, bir figürün dansı, bir cümlenin kırılganlığı… Hiçbiri yeniden üretilemez, şemaya sokulamaz.
Sanatı terbiye etmeye çalışmak, rüzgârı dosyalamaya çalışmak gibidir: Hiçbir klasöre sığmaz. Sığdırmaya çalışıldığında ise çoğu kere geriye sadece yaprak hışırtısı kalır.
Bugün Mohsen Namjoo’nun sesi susturuluyorsa, yarın bir başka şiir, başka bir nota, başka bir ses de susturulabilir. Ve gün gelir, o ses sizin sesiniz olur.
Unutmayalım sanat, her zaman ötekinin değil; eninde sonunda hepimizin ifadesidir.