Kim susar, kim konuşur?

Bir insan ne zaman susar? Suskunluk ne zaman hakiki bir itiraz olur? Kurallar çoğaldıkça, vicdan nasıl konuşur? Kieślowski’nin soruları, bugünün Türkiye’sine neden bu kadar dokunuyor?

Krzysztof Kieślowski’nin Dekalog dizisi, Tevrat’taki on emri sinema perdesine taşımakla kalmaz; modern insanın bu buyruklar karşısındaki ahlaki şaşkınlığını, yasa ile vicdan arasında kaldığında yaşadığı çalkantıyı da resmeder. Bu dizinin hemen her bölümü, görünürde sıradan bir olayla başlar: bir kapı kapanır, bir çocuk susar, bir mektup ulaşmaz… Ama ardından vicdanı kurcalayan sorular başlar: Yasa nedir? Uyulması gereken mi, tartışılması gereken mi? Peki, ya vicdan? Yasanın yeterince kapsayamadığı bir boşluğu doldurmak üzere mi orada?

Kieślowski, her bölümde bizi tam da bu çelişkinin ortasında bırakır. Hukukî olarak doğru olanla, insanî olarak doğru olanın aynı şey olmadığını hissettirir. Ve bu ayrımı seyircinin gözüne sokmaz; sadece bir çocuğun bakışı, bir annenin tereddüdü, bir hâkimin suskunluğu aracılığıyla fısıldar.

Bugünün Türkiye’sinde bu çatışma artık bir fısıltı olmaktan çıkıp yüksek sesli bir çığlığa dönüşmüş durumda. Yasakların arttığı, zulmün çoğaldığı, yönetmeliklerin her alanı kuşattığı bir çağdayız. Ve tabii vicdanın sesinin aynı oranda kısıldığı bir çağda… TCK’nın, CMK’nın, OHAL kararnamelerinin kapattığı yerlerde, bir türlü dillendirilemeyen bir “ama” yankılanıyor zira:

“Evet, yasa böyle diyor ama… Bu doğru mu?”

Siyasi davalarda verilen kararlar, sansür yasaları, toplumsal olaylara dair alınan keyfi tedbirler — tümü yasanın kılıfıyla sunuluyor. Ama vicdan, bu kılıfın altını eşeliyor. Çünkü artık hepimiz şunu biliyoruz: Yasa yapmak, adalet kurmakla aynı şey değil.

Dekalog’un merkezinde yer alan apartman kompleksi, aslında bir toplum metaforudur. Herkesin kapısı ayrı, ama çatısı ortaktır. Herkes kendi evinde yalnızdır, ama birbirine görünmeden komşuluk eder. Türkiye de bugün böyle: Herkes kendi adaletini arıyor, ama başkalarının yaşadıklarını duymamış gibi yapıyor. Yasa var, ama güven yok. Kural çok, ama adil bir düzen duygusu eksik.

Kieślowski’nin Dekalog dizisi, “Tanrı’ya karşı sorumluluğun” yerine “insana karşı sorumluluğu” koyar. Bizse bugün, ne Tanrı’ya ne insana karşı sahici bir sorumluluk duygusu hissediyoruz sanki. Sözde “hukuk devleti” tanımının altında, her geçen gün daha çok insanın sesi bastırılıyor; kimi zaman yasaya dayanılarak, ama çoğu zaman sadece iktidarın imkânlarına sığınılarak.

İşte bu yüzden Dekalog, Türkiye’ye bugünden bakan bir ayna gibi. Yasa ve vicdan arasındaki çatışmanın ne kadar derin ve ne kadar yakıcı olabileceğini, bir çocuğun ölümünde, bir annenin kararsızlığında, bir hâkimin yüzüne düşen gölgede bize göstermeye devam ediyor.

İnanç, Boşluk ve Modern Çağın Yalnızlığı

Dekalog’un her bölümü, görünmez bir “tanıklık” duygusuyla örülüdür. Kieślowski, belirli bölümlerde hiç konuşmayan, ama izleyen, tanık olan, bazen sadece bir duvar dibinde oturan bir adam figürü yerleştirir sahneye. Ne açıklama yapar, ne müdahalede bulunur. Oradadır sadece — kameranın/ekranın arkasından izler. Ve bu sessiz tanık, hem Tanrı’yı hem vicdanı hem de seyirciyi temsil eder.

Söyler misiniz, Tanrı’nın suskun olduğu bir çağda, ahlak nasıl ve hangi dengeyi kuracak?

Kieślowski’nin sorusu budur…

Peki, inanç bir ibadet biçimi değil, eğer bir yön duygusuysa… Ve bu istikamet şaşmışsa, insan pusulasız kalıyorsa – halimiz nicedir!

Dekalog’un karakterleri, tam da bu yüzden yalpalarlar: Bir anlık karar, on yıllık pişmanlığa dönüşür. Bir çocuğun gülümsemesi, bütün bir sistemin çöküşünü tetikler.

Türkiye’nin güncel hâline bakınca bu sessizlik çok tanıdık geliyor. Burada da yaradanın adı çok anılır, ama vicdan az konuşulur. İnanç çok görünür, ama ahlaki tutarlılık çok nadir bulunur. Ve asıl mesele şudur: Herkes Allah’la konuşur, ama kimse yokluğunda oluşan boşluğu nasıl dolduracağını bilmez.

Siyasetçilerin her cümlesinde “kutsal” olanın gölgesi vardır — millet, vatan, din… Ama bu kutsallıklar, günlük hayatın pratiklerinde adalete, merhamete, hakka dönüşmez. Kurumlar büyür, buna karşın güven küçülür. Söz çoğalır, gelgelelim anlam eksilir. İnanç, kamusal bir söyleme dönüşürken, içsel bir sığınak olmaktan çıkar.

Dekalog’un gücü, akla gelen soruları sakince ve sessizce sormasındadır. O soruyu bağırmaz; karakterlerinin yüzlerinde, ellerinde, bazen bir cenaze töreninde, bazen mutfağın loş ışığında hissettirir. Ve işte o zaman, en yalın sorular en derin karşılığı bulur: İnandığın şey, seni daha iyi biri yapıyor mu?

Türkiye’de bugün bu soruyu kendine soran kaç kişi kaldı bilinmez. Ama Dekalog, her bölümde bu soruyu tekrar ve tekrar hatırlatır. Tanrı sustuğunda ne olur? İnsan neye tutunur? Vicdan, inancın yerine geçebilir mi? Yoksa sessizlik, yalnızca bir unutmanın eşiği midir?

Kuralsız Bir Dünyada Doğruyu Aramak

Kieślowski’nin Dekalog dizisi inancın yanı sıra ahlâkın karmaşık doğasını da sorgular. Her bölümde farklı bir ahlaki ikilem çıkar karşımıza: Bir adam, karısını aldattığı için mi suçludur; yoksa artık onu sevmediği için mi? Bir kadın, ölüm döşeğindeki annesinin hayatını uzatmak için mi mücadele etmelidir; yoksa annesinin huzuru için çekilmek mi daha doğrudur? Çocukların tanık olduğu suskunluk, onları korur mu, yoksa yaralar mı?

Her bölümde sorular net, cevaplar ise bulanıktır. İşte tam da bu gri alanlar, Kieślowski’nin asıl ilgi alanıdır: Doğru ile yanlışın keskin çizgilerle ayrılmadığı, hatta yer değiştirdiği anlar.

Türkiye’nin gündemine döndüğümüzde, gri alanların dahi “silikleştirildiğini” görüyoruz – var’dan çok yok’a yakın. Hukuk, siyasi iradeyle aynı hizaya çekilmiş durumda. Ahlâki olan ile yasal olan arasında giderek açılan bir mesafe var. Yasal olanın artık ahlâki bir meşruiyet taşımadığı bir ülkede yaşıyoruz.

Bugün bir gazeteci tutuklandığında, hukuki süreçlerden değil, siyasî takvimlerden söz ediliyor. Bir öğrenciye yapılan muamele, ceza hukukundan değil, rejimin sinirlerinden okunuyor. Haksızlığa uğrayan biri hakkını aramaya kalktığında, önce kim olduğunu, sonra neye inandığını, en sonunda da hangi partiye yakın olduğunu sorguluyoruz. Yani hak, kişiye göre şekilleniyor. Bu da bize şunu gösteriyor: Türkiye’de “hak” bir ilke değil, bir imtiyaz artık.

Oysa Dekalog, tam da bunun karşısında durur. Ahlâk, kişiyle değil, eylemle ilgilidir. Kim olduğunu değil, ne yaptığını tartışır. Ve ahlâkî sezgi, çoğu zaman yasanın söyleyemediğini fısıldar insana. Bazen yasaya uygun olan, kalbe ters düşer. Bazen suç sayılan bir şey, derin bir merhametin eseridir.

Bölümlerden birinde genç bir adam, yaşlı bir kadını öldürür. Evet, bu bir cinayettir. Evet, cezası olmalıdır. Ama film, bu ölümün adli değil, ahlaki katmanlarını da gösterir. Sonra bir başka bölümde, aynı merhametle örülmüş bir kararsızlık içinde kalır karakterler. Ve Kieślowski şunu sorar bize: Eğer yasa her şeyi kapsasaydı, vicdan diye bir şeye gerek kalır mıydı?

Türkiye’de bugün bu soru çok yakıcı. Çünkü vicdanlar sustuğunda, yasalar da tek sesli hâle geliyor. Kararların ardında artık adalet değil, sadakat aranıyor. Ve herkes, kendi “doğrusu”ndan emin. Oysa Dekalog’un büyüsü, her doğrunun içinde biraz yanlış; her yanlışın içinde biraz haklılık payı olabileceğini söylemesinde.

Yani evet, hak, hukuk, adalet… Ama bu üçü de önce vicdana, sonra akla, en sonunda da susmayı değil, anlamayı bilen bir dile ihtiyaç duyar. Ve ne yazık ki, bugün Türkiye’de bu üçü de susturulmuş durumda.

Sessizliğin Ahlakı, Direnişin Tonu

Kieślowski, Dekalog’da hiçbir zaman bağırmaz. Didaktik değildir. Slogan bilmez. Ama tüm bu sessizlik, insanın içine en yüksek sesle çarpar. Çünkü sessizlik bazen en gürültülü eylemdir. Bir çığlık değildir o, bir tanıklıktır. Ve bu tanıklık, yargılamaz. Sadece gösterir. Sadece dinler. Sadece bırakır: İnsan, insanla karşı karşıya kalsın diye.

Türkiye’de bugün belki de en çok ihtiyaç duyduğumuz şey tam olarak bu: Her şeyi söyleyip susmak. Çünkü artık bağıran çok, ama duyan yok. Anlatan çok, ama anlayan az. Haklı çıkan çok, ama hakikate yaklaşan neredeyse yok.

Oysa yaşadığımız her şey, bir vicdan arayışının yankısı gibi. Sokakta yürüyen gençler, pankart taşıyan öğrenciler, susturulan akademisyenler, gözaltına alınan gazeteciler… Hepsi bir şey söylüyor: “Yasalar herkes için var. Kurallar herkes için geçerli. Sizin kalıplarınız olabilir, ama işlenmeyen bir suçun acısını bize niye yaşatıyorsunuz? Niye bu cezaya layık görülüyoruz?”

İşte Dekalog, bu sesi duyar. Ve bu sesi yalnızca aktarmakla kalmaz, çoğaltır. Çünkü onun kamerası suçluyu değil, tereddüt edeni izler. Bir yanlış yapanı değil, o yanlışa rağmen doğruyu arayanı anlatır. Onun için mesele sonuç değil, süreçtir. Ve zaten insan dediğimiz varlık da sonuçtan değil, sürecin ahlâkî yükünden oluşur.

Bugün Türkiye’de her şeyin “karar”la bittiği bir çağda yaşıyoruz. Her olayın bir “kararı” var: Mahkeme kararı, disiplin kararı, idari karar… Peki, kararların ahlâkî karşılığı nerede?

Dekalog, kararın değil, anlamın peşinde. Bir çocuğun gözlerindeki kararsızlık, bir babanın sırtındaki eğilme, bir annenin gökyüzüne bakarken sustuğu an — bütün bunlar karar değildir. Ama anlamdır. Hakikattir.

Şunu söyleyip susmak gerek belki:

Kieślowski’nin kameraları, tıpkı bugünün Türkiye’si gibi, çok katmanlı, çok karanlık, çok gri dünyaları çerçeve içine sokar. Ama tüm o karmaşanın içinde, her zaman bir yüz kalır ekranda. İyiliği seçebilecek, ama kötülüğe de yatkın bir yüz. Hatalı, ama dürüst. Yorgun, ama kararlı. Sessiz, ama tanık. Tıpkı bu topraklardaki milyonlar gibi…

Belki de, bunca yıl sonra Dekalog hâlâ bize şunu fısıldadığı için kıymetli: Yanıt yoksa da, soru sormaktan vazgeçme. Çare yoksa da, tanıklığını eksiltme. Anlatamıyorsan bile, susmanın ahlakını unutma. Her şeyi söyleyip sus, ama sakın alışma.

Velev'i Google Haberler üzerinden takip edin

ÖNERİLEN İÇERİKLER

WP Twitter Auto Publish Powered By : XYZScripts.com