Hollywood’un geleceğini konuşmak gerektiğinde akla gelen ilk isimlerden biri hiç kuşkusuz James Cameron’dur. Titanik’ten Avatar serisine uzanan yolculuğu, yalnızca gişe rekorlarıyla değil, sinemanın teknolojik sınırlarını sürekli ileri taşımasıyla da hatırlanır. Bugünlerdeyse hem yeni Avatar filminin hazırlıkları hem de yapay zekâdan görsel efektlere uzanan tartışmalardaki yorumlarıyla gündemde.
İşte bu nedenle, The Associated Press’in 27 Ağustos 2925 tarihinde Cameron ile yaptığı söyleşi yalnızca bir yönetmen röportajı değil, aynı zamanda sinemanın nereye evrileceğine dair önemli ipuçları taşıyor. Söz konusu söyleşinin özetini aktarıyoruz:
“Bir tür yol ayrımındayım; bu işi sürdürmek isteyip istemediğime karar vermem gerekiyor. Dördüncü ve beşinci filmler yazıldı. Eğer potansiyel olarak umduğumuz kadar başarılı olursak, filmlerin devam edeceğinden eminim. Benim için soru şu olacak: İkisini de ben mi yöneteceğim? Yalnızca birini mi yöneteceğim? Hangi noktada bayrağı devredeceğim? Hayatımda ne kadar kapsayıcı olmasını istiyorum?
Bu haberler de ilginizi çekebilir:
Muhtemelen gelecek yılın ikinci çeyreğine kadar, ortalık yatışana dek bu konuda hiçbir karar vermeyeceğim. Ayrıca göz önünde bulundurulması gereken yeni teknolojiler de var. Üretken yapay zekâ kapımızda. Film endüstrisini dönüştürecek. Bu bizim iş akışımızı kolaylaştırır mı? Avatar filmlerini daha hızlı yapabilir miyim? Bu benim için büyük bir etken olurdu.”
“Sinema sektörü giderek küçülüyor. Umarım bu küçülme devam etmez. Şu anda, 2019 seviyelerinin yaklaşık %30 altında ve orada sabitlenmiş durumda. Umarız daha fazla darbe almaz. Aslında umalım ki o büyünün bir kısmını geri getirebilelim. Ama o büyüyü canlı tutmanın ve güçlendirmenin tek yolu, insanların sinema salonunda görmeleri gerektiğini düşündükleri türden filmler yapmaktır. Ne yazık ki bu tür filmler eskisi kadar onay almıyor, çünkü stüdyolar bunları karşılayamıyor. Ya da sadece belirli ‘mavi çip’ yatırımlarda risk alabiliyorlar; bu da yeni fikrî mülkiyetlerin ortaya çıkmasına izin vermiyor. Yeni yönetmenlerin bu türlere girmesine de olanak tanımıyor.”
“Yayın platformları, en iyi yönetmenleri ve oyuncu kadrolarını çekmek için bol para vaat ederek sinema pazarını bir bakıma kemirdi, ama o paranın hepsi geri çekildi. Artık o bütçeler yok. Her şey, sıradanlığa doğru sürükleniyor gibi görünüyor. Bana göre her şey tipik bir televizyon dizisine benzemeye başladı, ya da en azından birkaç yıl içinde bu bir son nokta olabilir. Ne yazık ki streaming ekonomisi çok hızlı genişledi, sonra da çok hızlı daraldı. Şimdi iki model arasında sıkışmış durumdayız. Hem sinema pazarını kemirdi, hem de hayal gücüne dayalı, fantazmagorik bir sinema için gereken bütçeleri sağlamıyor.”
“VFX sanatçılarının maliyetlerinin düşmesini görmek isterim. VFX sanatçıları korkup, ‘İşimden olacağım’ diyor. Ben de şöyle diyorum: ‘Hayır, işinizi kaybetmenizin yolu, eğer bu trendler devam ederse ve artık bu tür filmleri hiç yapmazsak olur.’ Eğer bu araçları geliştirir veya öğrenirseniz, işinizin akışı daha hızlı olacak ve bu da prodüksiyon maliyetlerini düşürecek; stüdyolar ise bu tür filmleri daha çok yapmaya teşvik edilecek. Bana göre bu, gerçekleştirmemiz gereken erdemli bir döngü. Bunu hayata geçirmeliyiz; yoksa sinema salonlarının bir daha asla geri dönmeyeceğini düşünüyorum.”
“1945’te üç bomba vardı. Biri test olarak kullanıldı, ikisi insanlar üzerinde. Şu anda 12.000 bomba var ve bunların gücü, o iki bombardımanda açığa çıkan enerjinin 100 ila 200 katı arasında değişiyor. Şu anda çok tehlikeli bir dünyadayız. Ve uluslararası alandaki tüm jeopolitik meydan okumalar — daha fazla nükleer güç, daha fazla savaş narası, şu an Rusya ve Amerika’daki sorumsuz liderlik — yüzünden, bence şu anda Küba füze krizi döneminde olduğumuz kadar tehlikeli bir durumdayız.”
Kanadalı yönetmen James Cameron (FOTOĞRAF: JOEL SAGET / AFP)
James Cameron, kariyerini yalnızca hikâye anlatıcılığıyla değil, sinemanın teknik sınırlarını sürekli zorlamasıyla inşa etti. 1989 tarihli The Abyss, bilgisayar efektleriyle yaratılan ilk su yaratığı sahnesiyle CGI çağının habercisi oldu. Terminator 2: Judgment Day (1991), “sıvı metal” T-1000 karakteriyle görsel efekt tarihinde çığır açtı. Titanic (1997), dijital okyanus simülasyonları ve setle birleşen devasa maketleriyle gerçekçilikte yeni bir zirveye ulaştı. 2009’da gelen Avatar, 3D sinemayı yeniden tanımlarken, performans yakalama teknolojisini de endüstriye taşıdı. Serinin devamı olan Avatar: The Way of Water (2022) ise su altı çekimlerinde devrim yaratan motion capture teknikleriyle sinema tarihine geçti. Cameron, her filminde teknolojiyi yalnızca bir araç değil, anlatının ayrılmaz bir bileşeni hâline getirmesiyle tanınıyor.
James Cameron’ın Avatar serisi, yalnızca gişe rekorlarıyla değil, sinemanın teknolojik evrimindeki rolüyle de dikkat çeker. İlk film 2009’da vizyona girdiğinde 2,9 milyar dolarlık hasılatıyla tüm zamanların en çok izlenen filmi olmuştu. Pandora gezegeninde geçen hikâye, 3D teknolojisini yeniden popülerleştirdi ve performans yakalama tekniğini sektörde standart hâline getirdi. 2022’de gösterime giren Avatar: The Way of Water, su altı motion capture teknolojisini kullanarak görsel gerçeklikte yeni bir sınır açtı. Serinin üçüncü filmi Avatar: Fire and Ash, 19 Aralık 2025’te vizyona girmeye hazırlanıyor. Cameron, dördüncü ve beşinci filmler için senaryoların hazır olduğunu söylese de, yönetmenliği devredip devretmeyeceği belirsizliğini koruyor. Serinin her adımı, hem teknik yenilikler hem de sinema salonlarının geleceği üzerine tartışmalar yaratıyor.
Nükleer felaket, sinemanın en karanlık temalarından biridir. Alain Resnais’nin Hiroshima Mon Amour’u (1959), bireysel aşk hikâyesiyle toplumsal travmayı yan yana getirerek sinema dilinde devrim yaratmıştı. İngiliz yapımı Threads (1984) ve Amerikan televizyon filmi The Day After (1983), nükleer savaşın olası sonuçlarını soğuk bir gerçekçilikle gözler önüne serdi. Japon animasyon klasiği Barefoot Gen (1983) ise Hiroşima bombardımanını çocuk gözünden anlatarak kuşaklar arası bir hafıza aktardı. James Cameron’ın duyurduğu Ghosts Hiroshima projesi, bu sinema geleneğini günümüze taşıma iddiasında. Yönetmenin görsel gücü ve politik duyarlılığı birleştiğinde, nükleer çağın tehlikelerine dair yeni bir estetik ve etik tartışma yaratması bekleniyor.