Nadir Sarıbacak: ‘Henüz Türkiye ile barışamadım ama hayatla barışmaya başladım’

15 Temmuz darbe girişimi sonrası bir ödül töreninde yaptığı konuşma nedeniyle ismi "sakıncalılar" listesinde olduğu için tatilde bulunduğu Amerika'dan dönmeyen ve orada yaşayan ünlü oyuncu Nadir Sarıbacak, ilk yönetmenlik deneyimi olan Gazelle filmi ile seyirci karşısına çıktı. "Henüz Türkiye ile barışmadığını" söyleyen Sarıbacak, garsonluktan tezgahtarlığa, taksicilikten kitapçılığa kadar türlü işlerde çalıştıktan sonra nihayet mesleğe döndüğü için mutlu olduğunu anlattı.

  • ü
  • 15 Ekim 2025
  • ü
  • Kültür

2014 Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye kazanan Kış Uykusu’ndaki unutulmaz performansıyla hafızalara kazınan, Sundance Dünya Sineması bölümünde yarışan Sarmaşık filmiyle Antalya Altın Portakal’da En İyi Erkek Oyuncu ödülünü alan Nadir Sarıbacak, bir gün kendisini New York’ta göçmen olarak buluyor ve ailesini geçindirmek için taksicilikten kitap satışına kadar birçok işte çalışıyor.

Geleneksel Türk tiyatrosunun sayılı temsilcilerinden Ayhan Hülâgü ise “Olağanüstü yetenekli sanatçı” statüsüyle kabul edildiği Amerika’da, göçmenliğinin ilk yıllarında geçimini garsonluk, kasiyerlik yaparak sağlıyor. Karagöz’ü İngilizce sahnelediği kukla tiyatrosu onun kariyerine dönüş bileti oluyor.

Türkiye’den tanışık olan iki sanatçı, yeniden üretme, yeniden mesleklerini yapabilme, başlarından geçenleri ve tüm göçmenlerin yaşadığı benzer duyguları anlatma isteğiyle bir araya gelip Gazelle filmini yazıyorlar. Film, New York’ta siyasi sığınma talebinde bulunan Türk müzik öğretmeni Yakup’un ailesine kavuşma umuduyla verdiği hayatta kalma mücadelesini anlatıyor. Film, Kanada’daki Vancouver Uluslararası Film Festivali’nde seyirci karşısına çıktı.

T24‘ten Ayşe Acar, Vancouver’da iki sanatçıyla buluşacak onlarla hem filmi, hem Türkiye’ye dair düşüncelerini konuştu; “sürgünlüğün” nasıl bir şey olduğunu bizzat dinledi.

İşte, Acar’ın “Vancouver Uluslararası Film Festivali’nde izlediğim Gazelle, yerinden edilmenin yarattığı derin acıyı, göçün belirsizliğini ve umuda tutunma çabasını öylesine sade ama vurucu bir şekilde anlatıyor ki… Film bittiğinde kalbime bir taş oturmuş gibi hissediyor, uzun süre koltuğumdan kalkamıyorum.” ifadelerini kullandığı film ve arka planındaki insanların öyküsü…

‘HENÜZ TÜRKİYE İLE BARIŞMADIM AMA HAYATLA BARIŞMAYA BAŞLADIM’

– New York’a göç öykünüzden başlayalım.

Nadir Sarıbacak (NS): 2016’da yaptığım bir dizi anlaşmasını kutlamak için eşim ve üç çocuğumla New York’a tatile gelmiştim. Üç gün sonra 15 Temmuz darbesi oldu, ortalık karıştı. Sonra anladık ki ben de ödül aldığım bir törende yaptığım konuşma yüzünden kara listedeyim. Cebimde bin dolarla kaldım, bizim için zorlu bir süreç başladı. Eşim o sırada babasını kaybetti, cenazeye bile gidemedik. Dizi anlaşmasını kutlayacağız derken, bilmediğim bir şehirde her türlü işi yaparak ailemi geçindirirken buldum kendimi. Sanatçı vizesi aldım ve şimdi Gazelle filmiyle yeniden mesleğimi yapmaya başladım. Henüz Türkiye’yle barışamadım ama hayatla barışmaya başladım.

Ayhan Hülâgü (AH): 2008’de Amerika’ya üniversite öğrencisi olarak gelmiştim, sonra Türkiye’ye döndüm. 2014’te Beşiktaş’ta canlı bombalar patlamaya başladı, olaylar evime çok yakındı. Kürt olduğum ve barış akademisyenlerine destek verdiğim için fişlenmiştim. Türkiye’deki atmosfer beni çok boğuyordu. Darbeden sonra Nadir Abi’nin sanatçı vizesi alması bana da umut verdi. 2017’de New York’a geldim. Burada sanatçı vizemi aldım, geleneksel Türk tiyatrosu üzerine çalışmaya başladım. Zamanla hem sahneye çıkan hem de okullarda ders veren birine dönüştüm.

‘GAZZELE’NİN SENARYOSUNU TAKSİCİLİK YAPARKEN KAFAMDA YAZMAYA BAŞLADIM’

– Filmde müzik öğretmeni karakterimiz New York’ta bir restoranda çalışarak hayatını kurmaya çalışıyor. Siz neler yaptınız?

NS: Restoranda çalıştım, kumaş fabrikasında paketleme yaptım, göçmenlere yemek dağıttım. Kitap alıp sattım, taksicilik yaptım; kitap işini ve taksiciliği hâlâ da yapıyorum. Bunların yanında İngilizce öğrenmeye çalışıyordum. Nerede olduğumu, ne yaptığımı sorguladığım çok varoluşsal bir süreçti. Filmde Yakup aceleci ve sabırsız. Tek derdi ailesini bir an önce yanına almak. Acele ettikçe işler daha da sarpa sarıyor. Benim ailem yanımdaydı, o yüzden süreci sindirebildim. Bu işleri yaptığım için hiç şikayetçi değilim, çünkü durmak depresif bir süreçte iyi gelmiyor. Göçmenliğimin ilk yıllarında günlük hayata tutunmak, para kazanmak tek odağım oldu.

AH: Ben de restoranda, kafede çalıştım, kasiyerlik yaptım. Çok yalnız hissettim kendimi. Bir gün Nadir Abi’ye telefon açıp, “Ben burada ne yapıyorum?” diye ağlayarak sordum. Tiyatro yapmak beni kendime getirdi. Nadir Abi’yle hem İstanbul’da, hem burada yollarımızın kesişmesi tesadüf değildi. Birlikte üretmemiz gerekiyormuş.

NS: Gazelle’nin senaryosunu gece taksicilik yaparken kafamda yazdım. Eve gelir gelmez not alıyor, sonra Ayhan’a görüntülü aramada anlatıyordum. Tekrar işime dair bir şeyler yapabilmek büyük bir motivasyondu. Az param olsun hiç önemli değil, ama bu hayatta işimi yapabileyim.

‘GÖÇMENLİK İNSANA TUHAF BİR CESARET VERİYOR’

– Nadir Bey, sizi Türkiye’de birçok önemli rolünüzle tanıyoruz ama bu ilk yönetmenlik deneyiminiz. Yaşadığınız hikâyenin çıkması mı gerekiyordu?

NS: Evet, ama esas neden teknik. Amerikan film endüstrisi çok büyük. 50 yaşında, İngilizcesi zayıf bir adama ihtiyaçları yok. Önemli menajerlere mesaj attım: “Bakın, ben Cannes Altın Palmiye, Sundance, Altın Portakal ödülleri aldım” dedim. Ama ilgilenmediler. Tek çare, oynayacağımız filmin senaryosunu kendimizin yazmasıydı. Bir yıl kadar iyi bir yönetmen aradık ama herkesin kendi projesi vardı. Sonunda arkadaşlar beni ikna etti, filmi ben çektim. Türkiye’de Nuri Bilgeler, Zeki Demirkubuzlar, Tolga Karaçelikler varken cesaret edemezdim. Göçmenlik insana tuhaf bir cesaret veriyor.

‘KHK’LI GENÇ ÖĞRETMENİN KIZIYLA KONUŞMASINDAN ÇOK ETKİLENDİK’

– Filmin konusu kendi hikâyenizin kurgulaştırılmış hâli mi?

AH: Birçok göçmenin hikâyesinden beslendik, psikologlara danıştık. İnsanlar konfor alanından neden çıkıyor, psikolojileri nasıl değişiyor — bunları inceledik. Güney Afrikalı bir imamın sosyal medyada paylaştığı “Gazelle” hikayesinden, hapise girmiş KHK’lı genç bir öğretmenin, bunu bilmeyen kızıyla konuşmasından ve ona durmadan yakında eve döneceğini söylemesinden çok etkilendik.

NS: Ben de babayım, o hikâye bana çok dokundu. Travma anında kim olduğun ortaya çıkıyor. Biz Yakup’un zorluklar karşısında nasıl tepki vereceğini, iyileşip iyileşemeyeceğini takip ettik. Burada çok fazla şeye tanık olduk; özlemden veya anasının babasının cenazesine gidemediği için delirenleri, dayanamayıp Türkiye’ye döner dönmez içeri alınanları gördük. Bütün bu yaşananlar Yakup’un hikâyesine dönüştü.

‘TRUMP GELİNCE RÜZGARIN YÖNÜ DEĞİŞTİ’

– Filmde polislerin göçmenlere “Bu ülke sizi beslemek zorunda mı?” diye yaptığı şaka çok çarpıcı. Amerika’da bu atmosferin değiştiğini gözlemliyor musunuz?

NS: Evet, çok değişti. Süreç ağırlaştı. ICE polisi diye bir birim var, yolda yakaladığını sınır dışı ediyor. Red alır almaz insanların ayaklarına kelepçe takıyorlar.

 

AH: Tüm dünyada popülist sağ bir akım var. Trump gelince rüzgârın yönü değişti. Göçmenlik başvurularından iş olanaklarına kadar her şey çok daha zor artık. Eskiden polislerin insanlarla şakalaştığı bir ortam vardı. Artık yok.

‘MISIR’LI AMCA TÜRKİYE’DEKİ SİYASİ ORTAMI ÖVDÜ, AMA BEN ORADA YAŞAMIYORDUM’

– Filmde Türkiye haberlerinde Ayasofya’nın camiye çevrilmesi geçiyor. “Türkiye harika bir yer, çok şanslısınız” deniyor. Siz de benzer durumlar yaşadınız mı?

NS: Tabii. Pazarda tayt satarken Mısırlı bir amca Türkiye’deki siyasi ortamı öve öve bitiremedi. Türkiye elbette çok güzel bir yer, ama biz yaşayamıyoruz. Yakup gibi birine bu tür konuşmalar sinir bozucu geliyor. Politik değil, psikolojik bir film yaptık ama araya bu tür küçük mesajlar koyduk. Ayasofya’nın müzeden çıkıp, camiiye dönmesi beni çok etkilemişti.

AH: Ben de ülkemi çok seviyorum, iyi olsun istiyorum. Eksik ve yanlış gördüğüm şeyleri, eleştirimi, sanat aracılığıyla söylemeyi tercih ediyorum.

– Umudu korumak için neler yapıyorsunuz?

NS: Ülkemizin gençlerine dair çok umutluyum. New York’ta Türkçe konuşan 25–45 yaş arası, meslek sahibi kişiler için Stüdyo Garaj adında bir tiyatro ve oyunculuk okulu açtık. Onlara eğitim veriyoruz aynı zamanda çocuk oyunları sergiliyoruz.

AH: Bu okul gelecekte yapacağımız projeler için de bir insan kaynağı oluşturuyor.

AH: Eşimle tanıştım, Virginia Woolf’un kitabındaki gibi “Kendime ait bir oda”m oldu. Aidiyet duygusu bana iyi geldi.”

‘BU SÜREÇTE DİN VE DAYANIŞMA BANA İYİ GELDİ’

– Göçmenlik zor ama sürgün çok daha zor. Bu süreçte size ne iyi geldi?

NS: İki şey: din ve dayanışma. Kırkımdan sonra daha çok dini okumalar yapmaya başladım, yaşadıklarıma yaratıcıyla konuşarak bir anlam bulmaya çalıştım. Bir de sosyal destek… Göçmenlere çorba dağıtmak, yeni gelen oyunculara yardım etmek. Çoğu zaman bunları yapacak enerjim yoktu. Ama evden çıktıktan sonra gerisi geldi. Kendim yardıma muhtaçken, başkalarına yardım eli uzatmak bana çok iyi geldi.

AH: Ben ilk üç yıl yalnızdım, psikolojik olarak zorlandım. Sonra eşimle tanıştım, evimi kurdum. Virginia Woolf’un kitabındaki gibi “Kendime ait bir oda”m oldu. Aidiyet duygusu bana çok iyi geldi. Bir de mesleğimi yeniden yapabilmek. İngilizce Karagöz gösterisi yaptım, seyirci alkışladı, oyun çıkışında fotoğraf çektirmek isteyenler oldu. “Oluyor, yapabiliyorum” diyebilmek bana güç verdi. Gittiğiniz yeri eviniz yapın, orada anı biriktirin.

‘İNSAN BÖYLE BİR DÖNEMDE BAZEN SESLERİ KALDIRAMIYOR’

– Filmde Yakup’un seslere tahammülü kalmıyor.

NS: Evet, artık sesler onu yoruyor. Sabah restoranda, akşam mermer fabrikasında çalışıyor. Filmde müzik yerine taş, çekiç sesleri kullanmak istedim. O sesler Yakup’un beyninde büyüyor. Türkiye haberlerini duymaya tahammülü kalmıyor. Ben de iki iş yaptığım dönemde eve gidince tek isteğim sessizlikti.

AH: Seyirciyi de bu gerilimin parçası yapmak istedik.

NS: Böyle bir ruh hâlindeyken insanların esprileri bile ağır geliyor. İlk geldiğimde İngilizce formları doldururken ter içinde kalmıştım. Bir ortamda bunu anlatırken biri “Ben Türkiye’de çok ünlü bir aktörüm deseydin” diye espri yaptı. Bu bana çok dokundu. Aktörlük bitmiş, Türkiye bitmiş… İnsan böyle bir dönemde bu tür esprileri, sesleri kaldıramıyor.

‘BİZ İYİYİZ, MERAK ETME’ GÖÇMENLİK DİLİNDE NE ANLAMA GELİYOR?

– Filmde sık sık “Biz iyiyiz, merak etme” cümlesi tekrarlanıyor. Göçmen dilinde bu ne anlama geliyor?

NS: Çok insani bir şey. Ne kadar zor durumda olsak da karşımızdakini kendimizden çok düşünüyoruz. Ben bütün ağlamalarımı taksinin içinde yapmışımdır. Ne eşim, ne çocuklarım görmüştür. Ellerinden bir şey gelmez, onları üzmenin bier anlamı yok. O yüzden hep “Biz iyiyiz, merak etme”…

AH: Arada mesafe, saat farkı, mevsim farkı var. Senin uğurladığın güneş, orada yeni doğuyor. Hayat devam ediyor. “Biz iyiyiz, merak etme” demek, aslında birlikte olacağımız o iyi zamanı hayal ederek bugünü biraz idare etmek demek. Abbas Kiarostami’nin dediği gibi: “Ben bu hayatı umut ederek geçirdim. Bana yeni bir hayat gerek.” İnsan son anında bile umudu taşıyor.

Velev'i Google Haberler üzerinden takip edin

ÖNERİLEN İÇERİKLER