Bilebildiğim kadarıyla Marx hiç açlık grevi yapmamış, sokaklarda slogan atmamıştır. Hal böyleyken; şimdi durup diyebilir miyiz: O sınıf mücadelesinden ne anlar? Peki, Jules Verne yahut Aldous Huxley, hatta Isaac Asimov, tanık olmadıkları “olay”ları nasıl yazdılar?
Yazar ile birey aynı kişi midir? Mesela sıkılgan kişinin yazdıkları her daim sıkıcı mıdır? Bir muhafazakârın kahramanı ille de başörtülü, mümin mi olmalıdır? Dahası: Hakiki dini “sanat”la gerçekleşen vahiy, faşizmi ise kadim bir geleneğin zirvesi olarak gören Ezra Pound’un sesiyle “Kantolar”daki ses aynı mıdır? Nazi taraftarı Knut Hamsun, “Açlık”ta ismi hiç zikredilmeyen Andreas Tangen midir?
Şunu da düşünmek gerek sanki: Baudrillard’ın da dediği gibi, “gerçeğe bir büyüteçle yaklaşan ve onu birtakım sayılarla abartarak gözümüzün içine sokan” bilimkurgu yazarları, mesela Jules Verne, mesela Aldous Huxley, mesela Isaac Asimov, bizzat tanık olmadıkları “olay”ları nasıl yazdılar? Nice “alet”i kurmacasal düzlemde nasıl icat ettiler? Tasvir ettikleri o var olmayan mekânların sahiciliklerine niye bu kadar kolay ikna olduk?
Yazar ile Yazan…
Peki, Almancadaki “Verfasser” ile “Schriftsteller” bir midir? İlki, “akıl almak”, “kavramak” ve “sığmak” gibi eylemlere karşılık gelen bir sözcükten (fassen) türemişken, diğeri bileşik bir sözcüktür, yazı (Schrift) ile ayarlayıcının (Steller) yan yana geldiği…
Benzer şey İngilizce için de geçerlidir sanki… “Writer”, “Author”, “Penman” yahut “Quill Driver” aynı havuzun farklı uçları ve derinlikleri değil midir?
Yazar ile yazıcı yahut yazan aynı olmadığına göre fark nedir? Sanmam ki arzuhalci ile zabıt kâtibi arasındaki farka eşit olsun…
Yazar dediğimiz kişi biraz mimar, biraz tüccar, biraz büyücü, biraz mühendis, biraz tabip, çokça da işçi değil midir yerine göre… Şu ya da bu kaygıyla yazdığı “metnin” kurucusu, çözücüsü, yıkıcısı, yaratıcısı, kısmen de sahibi yahut öznesi…
İyi de, bu oldum olası böyle de değildir. Nitekim ilk(el) çağlarda “yazar” yoktur. Ortaçağda gösterir yüzünü ucundan ucundan… Hem de bilim kulvarında… Vakanüvislerin yanı sıra…
Foucault’ya göre edebi mânâda yazarlık, ancak modern çağla birlikte mümkün olmuştur. Sonra yapısalcılar gelmiş, yazarın elinden “özgül yaratıcılık” şanını almış, onu kullanılıp atılan bir mendil gibi bırakmıştır orta yerde…
Tanrı-Yazar, Baba-Yazar…
Mesela söz, bir “güç”tür Barthes’a göre; yazar, üç yüz yıl boyunca, yani XVI. yüzyıldan XIX. yüzyıla kadar dilin neredeyse tek “sahip”idir. Kendi meslek dillerinin içine kapanıp kalmış vaizler ve hukukçular sayılmazsa, bu süre içinde yazarlardan başka kimse konuşmamıştır zira.
Bunda şaşılası bir durum yoktur belki, lakin sonrasında öyle bir şey fısıldar ki kulağımıza, nabzımız hızlanır birden: yazar yapıttan önce de vardır; kendi kitabının geçmişidir aynı zamanda! Savını örneklendirmek için de “aile”ye başvurur: bir baba ile çocuğu gibi, yazar ve kitabı da aynı çizginin öncesi ve sonrasıdırlar!
Benim gibi “tanrı-yazar” mitiyle yetişenler, yani yazarın eseri üzerinde tek otoriteye sahip olmasını makul ve işaret ettiklerini de tek geçerli veri sayanlar için, kabul etmek gerekir ki, farklı ve ilginç bir yaklaşım Barthes’ınki…
Değillemek yahut onaylamak değil muradım; kurmacanın ontolojik bir kategori olarak görüldüğü bir çağda (Eagleton), bir eğitmenin, bir muhabirin, bir tarihçinin yahut bir psikiyatrın pekâlâ yapabileceği “şey”i, bir de yazardan beklemenin eğriliğini/doğruluğunu tartışmak…
Adaba Muhalif Neşriyat…
Oktay Akbal’ın “Konumuz Edebiyat”ını (Varlık) okuyorum kim bilir kaçıncı kez… Bir başlık (Yalancı Tanık Olmamak) ve başlığın altında Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın bir açıklaması içimi gıdıklıyor:
“Müddeiumumi istiyor ki roman gördüğü çirkinlikleri, yaraların kokusunu değiştirsin. Riya, cehil ve taassuba âlet olarak hakikati diri diri gömmeye razı olsun. Fakat o zaman hikâyenin sanatın mânâsı, lüzumu kalır mı? Hayır efendim hayır… Hiç bir hükûmet hiç bir memleket sanatı asâletinden soyup yalancı şahit derekesine indiremez. Akiste iyi şeyler görmek istiyorsak, aslı ıslah etmeliyiz.”
Ne vakit ve nerede söylemiş bu sözü Gürpınar? Hemen söyleyeyim: 1924’te, “adaba muhalif neşriyat” yaptığı (Ben Deli miyim?) iddiasını çürütmek niyetiyle çıktığı bir mahkemede…
Oktay Akbal durumun fotoğrafını çekmek istiyor hemencecik. Diyor ki: “Her çağda savcısı, mahkemesi, polisi, jandarmasıyle ‘kurulu düzen’in savunucuları bir yanda; o düzenin içindeki çirkinlikleri, bozuklukları, haksızlıkları gösteren sanatçılar, yazarlar, şairler öte yanda… Dünya tarihinin en eski yapraklarından bu yana bu çatışma hep böyle sürüp gitmekte.”
Haklı Akbal. Haklı da; başta sorduğum soruyu sormadan edemiyorum yine de: Yazar ile birey aynı kişi midir?
İçtimai Marazlar…
Bilebildiğim kadarıyla Marx hiç açlık grevi yapmamış, sokaklarda slogan atmamıştır. Hal böyleyken; şimdi durup diyebilir miyiz: O sınıf mücadelesinden ne anlar?
Benzer şekilde Suriyeli mültecileri, 8 yaşındaki kızına tecavüz eden babayı, Rojova’yı, Sur’daki mezalimi, Uludere katliamını vs. yazmadı diye, yahut üstü örtülü anlattı, sırtını bir imgeye yasladı diye “yazar” suçlanabilir mi?
Gürpınar, “Bakın bu içtimai marazlar cemiyeti inletiyor.” derken çok haklı. Keza, “Susmak… Abdülhamid devrinde bu, Meşrutiyet devrinde bu, Cumhuriyette de mi böyle olacak?” diye sorarken de… Ancak, nasıl ki Nuh Ömer Çetinay (Kanrevanmaraş), yahut Hasan Hüseyin Korkmazgil (Kavel), yahut Erol Toy (İmparator) vd. çağına tanıklık etmiş, o elim, o hazin, hatta vahim “manzara”yı belirli bir estetikle kitaplaştırmayı tercih ettikleri için şair/yazar sayılmıyorlarsa, aynı zaman diliminde eser veren Ece Ayhan (Kınar Hanım’ın Dehlizleri), yahut Tomris Uyar (İpek ve Bakır), yahut Selim İleri (Her Gece Bodrum) vd. de başka türlü bir yolu tercih ettikleri için şairlikten/yazarlıktan aforoz edilmemeliler bence…
Yanılıyor muyum yoksa?