Yazarlar bir vakanüvis gibi olup bitenlere şahitlik etmek zorunda mıdır? Yıllarca hapis yatmış bir romancı, sosyal gerçekliğin inşasına yüz vermezse, suçlu mudur; ayıp mı eder anılarını ideolojinin sosuna bandırmazsa?
Çok keskin, belki de lüzumsuz bir soru: Her eser, zamanın ruhunu yansıtmak zorunda mı? Açıyı değiştirelim: Yazar, okurla buluşmasını umduğu eserde, bir filozof edasıyla çağını sorgulamak, bir vakanüvis gibi olup bitenlere şahitlik etmek, çözüm üretmek, başka bir deyişle daha çok edebiyat sosyolojisinin ilgi alanına giren şeyleri mi “vazife” edinmeli kendine?
Gerçeküstücülük yahut absürtlüğün kapılarını çalmadan soruyorum bunları… Soyut edebiyatın eteğindeki taşları düşürmemeye çalışarak… Şunu demeye getiriyorum yani: Yazarlar çağının tanığı ve hatta vicdanı mıdır, Sartre misali? Yahut: Uzak/olası bir geleceği tahayyül eden Jules Verne, içine doğduğu toplumun hakikatlerine sahiden yabancı mıdır?
Marx’ın lime lime edilmiş, pestili çıkarılmış, “İnsan ne yerse odur!” yargısından hareketle “mutfak”ına mı bakmak gerekir yoksa yazarların: yaşadığı ev, tuttuğu takım, sevdiği kadın, beslediği hayvan; oy verdikleri, okudukları, giydikleri vs.
Durup durup düşüyorum aynı tuzağa, John Berger’in kulaklarını çınlatarak: Diyelim ki, yıllarca hapis yatmış bir romancı, sosyal gerçekliğin inşasına yüz vermezse, suçlu mudur; ayıp mı eder anılarını ideolojinin sosuna bandırmazsa?
Kabaran sol dalga…
Hatırlar mısınız, Yeni Sesler diye bir dizisi vardı Belge Yayınları’nın… Ayşe Zarakolu tarafından 1987’de başlatılmıştı hani… Amaç, cezaevindeki yazarların, şairlerin sesini dışarıya duyurmak, onlarla dayanışmaktı.
Galiba ilk kitap, Ersin Ergün’ün “Bir Avuç Şiir”iydi… Sonra onu Sefa Fersal (Seni Bir Güle Armağan Ettim), M. Ender Öndeş (İnce Yazılar), Halil Genç (Koyabilmek Adını), Nur Bulum (Yürü Direncim), Namık Kuyumcu (Talan Bir Ömrün Ortasında), Fadıl Öztürk (Suyu Uyandırın Sesim Olsun), Nuh Ömer Çetinay (Kanrevanmaraş), Mehmet Çetin (Rüzgar ve Gül İklimi) ve onlarcası takip etti.
Belge’nin kurucusu Ragıp Zarakolu, Mesele dergisi için Osman Akınay ve Berat Günçıkın’la yaptığı söyleşide güzergâhlarını şöyle özetliyor: “…o sıralar Türkiye’de kabaran bir sol dalga vardı ve rahatlıkla o dalgadan ‘sebeplenecek’ bir rota çizebilecekken, başka bir tercihte bulunduk: bilinmeyenlere, az bilinen şeylere baktık.”
Lakin içlerinden biri, bir yıldız gibi parladı, bilinmezlik çemberini paramparça etti. Hiç kuşkusuz Ahmet Kaya’nın rolü büyüktü bunda. Üçüncü albümüne idamla yargılanan Nevzat Çelik’in “Şafak Türküsü”nü koymasıyla birlikte, buz tutmuş yürekler dahi titredi; katıldılar koroya: “saçlarına yıldız düşmüş, koparma anne!”
İstisnalar da vardı tabii… Attila İlhan gibi. Zarakol’dan dinleyelim gerisini: “Beni en şaşırtansa, Nevzat Çelik hapiste açlık grevi yaparken, destek istediğim Attila İlhan’ın, ‘Arkanızda kimin olduğunu biliyorum, ben kendimi kullandırmam,’ demesiydi. Oysa naif bir ruh haliyle, 16 yaşında genç şair olarak hapse konan Attila İlhan’ın Nevzat Çelik’le en iyi empati kuracak kişi olduğunu sanmıştım.”
Solun kimi argümanlarını edebiyatla buluşturan o rüzgâr, ‘hapishane edebiyatı’ diye mühürlenip, çok az kişinin ara sıra açtığı bir sandığa konuldu günümüzde. Vaktiyle, henüz Tepebaşı’ndayken kitap fuarı, Nevzat Çelik’ten bir imza alabilmek için saatlerce kuyrukta beklemeyi göze alan okurlar şimdi ne okuyorlar, merak etmiyor değilim doğrusu…
Mobil Rönesans ve Wattpad…
Yelpazenin bir ucundan diğer ucuna savrulalım: Bir anlamda “mobil Rönesans”ın yaşandığı günümüzde, internette bir yayıncılık platformu olan Wattpad’in kendi yıldız yazarlarını yaratmasına ne buyurmalı? Çoğu 18 yaşın altında… Keza hayranları da öyle… Fuarlarda bir imza kuyruğu oluşuyor ki, bir dönemin Sana yahut tüp kuyruğundan hallice…
Doğru mudur, bilmiyorum, 35 milyon kullanıcısı varmış bu platformun. Tekrarlıyorum: 35 milyon… Yaklaşık 100 milyon hikâyeye ev sahipliği yapıyormuş. ABD, Hindistan ve Filipinler’den sonra en çok Türkiye’de kullanılıyormuş. Gençler kuralsızca, özgürce yazmanın tadını burada çıkarıyormuş. Kuralsızca ve özgürce…
21 yaşındaki Büşra Küçük’ün yazdığı “Kötü Çocuk” bir Wattpad fenomeni… Kısa sürede onlarca baskı yaptı ve 300 binden fazla sattı. Rivayettir ki, yazarının ve kitabın ünü, kitap kapağındaki Brezilyalı model Vini Uehara’yı bile ünlü yapmaya yetmiş.
Wattpad’in bir diğer fenomeni Öznur Yıldırım… Özgürce ve kuralsızca yazdığı “Yabancı”, malum platformda tam 111 milyon kez tıklanmış.
Yalnız bu iki şöhretle sınırlı değil, muhtevasını çözmekte zorlandığım yönelim; pek doğurgan: Alya Öztanyel (Karanlık Lise), Emine Can (Alayına Newyork), Dilek Tarıncı (Yaramaz Çocuk), Eylül Sancaktar (Eros’un Okları) ve niceleri…
Satış odağından bakıldığında, Nevzat Çelik’in dahi bir Büşra Küçük kadar talihli olduğunu söyleyemem. Basıldığı ilk günden bugüne toplasınız tüm baskılarını, “Kötü Çocuk”un ilk haftasında ulaştığı rakamlara ulaşamamıştır muhtemelen. Kalıcılık bağlamında ise mobil Rönesansçıları bugünden değerlendirmek yanlış olur. Hele hele kantara edebiyat düzleminde yatırmak… Lakin söz konusu ilgiyi tanımlayacak olası yanıtlardan biri, kesinlikle “çağının tanıklığı” olmamalı bence… Zamanın ruhunu yansıtması da değil elbette… Ama ne?
Sahiden öyle mi?
Bir yerde, hakkaniyetli bir tanımlama olmadığını düşündüğüm “hapishane edebiyatı”, öte yanda Wattpad fenomenleri… Kanım o ki, ikisi de bizi çok uzaklara taşımayacak yönelimler. İçlerinden çıkan/çıkacak kimi iyi kitapların yanı sıra, fazlasıyla kötü, yavan, berbat ve neredeyse her türlü menfi sıfatı hak eden kitaplar da ulaştı/ulaşacak okura… Bunu, yalnız nitelik ve nicelik uyumsuzluğu olarak görmek de doğru değil sanki…
Hapishane edebiyatının bahçesinde toprak eşeleyen, fidan dikenler de yazmayı öğreniyorlardı aslında… Şu ya da bu gerekçeyle interneti bir varoluş biçimi olarak yorumlayan siyasetten azade gençlerin de yazmayı öğrenecek olmaları gibi… İkisi de kaçınılmaz dışavurumlar belki.
Octavia Paz, “Çamurdan Doğanlar”da, modernliğin bir tür yaratıcı özyıkım olduğunu söyler. Sahiden öyle mi? Bu yüzden mi, bir kuşak, bir akım, çoğu kere devrilmekte üzerine bir öncekinin? Küsmekte, küfretmekte bir öncekine?
Böylesi durumlarda aklıma hep Dostoyevski’nin “Ölüler Evinden Anılar”ı geliyor nedense… Eğer diyorum, kürek mahkûmlarını en tabii halleriyle tasvir etmemiş olsaydı büyük üstat, uzağına mı düşerdik hep, “meşguliyet”in/“fayda”nın sunduğu nimetleri idrak etmenin… Tek kaynağı olarak mı kalırdık kendimizin…
Kabul etmek gerekir ki, kimse hırsızlığı Arsen Lüpen’den, saf cinselliği “Lady Chatterley’in Âşığı”ndan öğrenecek değil. Tıpkı bir sosyoloğun, bir tarihçinin tüm toplumsal vakaları romandan öğrenemeyeceği gibi… Öğrense bile öğrendiklerinin eksik, taraflı, mübalağa yahut uydurma olabileceği gibi…
Galiba Goethe’ye itimat etmekte yarar var. Değil mi ki o, “bütün, her zaman bir parçacık olarak kalacaktır” demekte…