Nobel ödüllü Koreli yazar Han Kang (Fotoğraf: Jonathan NACKSTRAND / AFP)
Pandemi öncesiydi. Yayınevinin sahibi, başka bir ifadeyle müzmin ırgat olarak, yılda elliye yakın şehri dolaşıyordum; kitap fuarları, imza günleri, standın başında uzun saatler… Her gidiş biraz daha zorlaşıyor, her dönüş biraz daha eksiltiyordu beni.
Çünkü biliyordum: Bazı şehirlerde, sadece kitap satmak için değil, kitaba inancını kaybetmemek için de direnir insan.
Bazen, okurluğundan şüphe ettiğim kişilere denk gelir, onların, “Bir kitap yeter! Okuyacaksan onu oku. Yalnız onu! Başka kitaba gerek yok!” sözleri arasında yılgınlığımı beslerdim sabırla – yürekte bukağı.
Ne kitap kokusu teselli ederdi beni böylesi durumlarda, ne de kelimelerin bir ağırlığı kalırdı o andan sonra.
Pandemi başladığında, fuar telaşını ardımda bırakıp içimdeki rafı kapatarak çıktım hayatın telaşından.
İşte o günlerde, yayınevi ofisinde, kolları kırık sandalyeme kurulup, elimde damacana bozması kahve kâsesi, Han Kang’ın Çocuk Geliyor romanını okumaya başladım.
Daha önce Vejetaryen ile tanımıştım onu — o zaman henüz Nobel almamıştı.
Kang’ın dili sessizliğin, kayboluşun, kırılmanın diliydi. Sevmiştim. Çok sevmiş…
Çocuk Geliyor ise Gwangju Katliamı’na ilişkin hatıraları, kaybolan bedenler ve suskun kalan diller üzerinden anlatıyordu.
Okudukça, dünyanın uzak bir köşesindeki o küçük çocuğun, benim ülkeme ne kadar benzediğini düşündüm.
Ve bir gün, bir kenara not düştüm:
“Burası Gwangju değil. Ama kaybolan çocuklar hep aynı yere gömülüyor: Sessizliğe.”
Yıllar geçti.
Han Kang dünyaca tanındı.
Sonra aramıza mesafe girdi; tanınırlıkla birlikte doğan soğukluklardan belki, belki de hakikatin kalabalıkta kaybolmasından ürktüğüm için.
Ama sonra…
İmamoğlu’nun tutuklanışı, gençlerin sokaklarda “Hak, Hukuk, Adalet!” diye bağırması, avukatların gözaltına alınması, sınavlara giremeyen çocuklar, işkence haberleri…
Ve bir yetkili makamdan gelen şu cümle:
“Hak, hukuk, adalet demek yasaya aykırıdır.”
İşte tam o anda kitabı anımsadım. O çocuk geri geldi. Han Kang’ın küçük çocuğu, Gwangju’nun çocukları ile bizim gençlerimiz, bizim kaybolan seslerimiz birbirine karıştı.
Bir romanın acısıyla bir ülkenin acısı üst üste geldi.
Çocuklar yine geliyor. Üstelik burası Gwangju değil, Türkiye.
Çocuk Geliyor’da Ne Oluyor?
Han Kang’ın Çocuk Geliyor romanı, yalnızca bir tarihi anlatmaz; aynı zamanda bir ruh hâlini, bir kayboluşu, bir suskunluğu da tarif eder.
1980 Gwangju Katliamı’nın karanlık günlerinde, sokaklarda vurulan çocukların, kaybolan bedenlerin, bulunamayan seslerin hikâyesidir.
Ama Kang, olayı anlatmaz. Ölümleri istatistikleştirmez. Sloganlarla bağırmaz.
Onun romanında her şey fısıltıyla konuşur, usulca.
Ölü bedenlerin sessizliği, yaşayanların içine çöken bir ağırlık gibi taşınır satırlardan satırlara.
Kitabın merkezinde bir çocuk vardır: Dong-ho.
Henüz lise çağında.
Ne devrimci bir kahraman, ne de tarihi değiştirecek biri.
Sadece ölü arkadaşlarının cesetlerini taşımak için orada bulunan, korkan, ama yine de geri çekilmeyen bir çocuk.
Bir “büyük dava”nın değil; küçük bir vicdanın temsilcisi…
O yüzden Dong-ho’nun hikâyesi büyüktür. Çünkü aslında onun hikâyesi, adını bilmediğimiz bütün sessiz direnişçilerin hikâyesidir.
Roman ilerledikçe anlatıcılar değişir.
Ölenler, kaybolanlar, işkence görenler ve yaşayanlar birbirinin sesi olur.
Her biri, kendi sessizliğinden bir pay bırakır okura.
Biri anlatırken, diğeri fısıldar; biri fısıldarken, öteki susar.
Öyle bir dokuma ki bu: Katliamın fiziksel ağırlığı kadar, sonrasının suskunluk ağırlığını da taşır.
Kitabın dili —tıpkı yaşanan trajedinin kendisi gibi— parçalıdır, eksiktir, acılıdır. Her cümlede, her kesintide, her suskunlukta şunu hissettirir Han Kang: Birileri kayboldu. Ve onların yokluğu, konuşulamayanın ta kendisi oldu.
İşte Çocuk Geliyor böyle bir roman.
Ölen çocukların bedeni toprağa gömüldü belki. Ama sesleri gömülemedi. Çünkü hafıza, yalnızca hatırlamakla değil; unutulamayanda da yaşar.
Ve Han Kang, tam da bunu yapar: Unutulamayacak olanı anlatır. Anlatamadığımızı yazıya çevirir. Kayıp bir sesi bulup avuçlarımıza koyar.
Türkiye’de de Bir Çocuk Geliyor muydu?
Bir ülkenin kaderi bazen bir çocuğun gözlerinde yazılıdır.
Gwangju’da Dong-ho vardı. Peki, bizim ülkemizde kimdi o çocuk?
Son günlerde, gençler sokaklarda yine seslerini yükseltti: “Hak, hukuk, adalet!” diye bağırdılar. Ama bu üç kelimenin bile suç sayıldığı, gözaltılarla, coplarla, mahkeme tutanaklarıyla bastırıldığı bir iklimde, o çocukların sesi usulca kısıldı.
Tıpkı Gwangju’da olduğu gibi…
İstanbul’da, Ankara’da, Diyarbakır’da — gençler yürüdü. “Her şey çok güzel olacak”mış, – buna inandılar. İnandılar da…
AKP karşıtı gösteriler gençlerin öncülüğünde sürüyor. (Fotoğraf: Angelos TZORTZINIS / AFP)
Bir kısmı gözaltına alındı.
Bazıları sınavına giremedi.
Bazıları tutuklandı.
Bazıları sadece sustu, ama o sessizliği bile suç sayıldı.
Ve bir gün, tıpkı Han Kang’ın satırlarında olduğu gibi, bir yetkili özgürlüğün sınırlarını kendince yeniden çizdi.
İşte o anda, zaman birbirine karıştı.
Gwangju 1980 değildi artık sadece; Türkiye’nin bugünüydü de.
Burada da, bir meydanda, bir okul kapısında, bir adliye koridorunda çocuklar kayboluyor.
Burada da, birileri yere düşüyor — fiziksel olarak değilse bile, umutlarıyla, haklarıyla.
Burada da, sesler bastırılıyor.
Burada da, “hak” demek, “hukuk” demek, “adalet” demek; en doğal, en insanca şeyler bile yasaklanabiliyor.
Ama yine de… Tıpkı Dong-ho gibi, burada da geri çekilmeyen çocuklar var. Korkarak, ama vazgeçmeyerek yürüyenler. Sesleri kısılınca gözleriyle konuşanlar. Bedenleri yorgun düştüğünde bile, ruhlarını ayakta tutanlar.
Belki de bu yüzden adlarını bilmiyoruz.
Belki fotoğraflarını görmüyoruz.
Ama burada da bir “çocuk geliyor.”
Belki henüz tam görünmüyor.
Belki sesi kısık.
Belki elleri titrek.
Ama geliyor.
Çünkü adalet, bazen bir mahkeme salonunda değil; bir sokak başında, bir avuç genç insanın inadında yeniden doğar. Ve eğer bir ülkenin geleceği kurtulacaksa, o çocukların sessiz, kısık, ama yılmaz sesleriyle kurtulacak.
Tıpkı Gwangju’da olduğu gibi.
Gwangju’dan Türkiye’ye: Ne Eksiğiz, Neyimiz Umut?
Gwangju’da olanlar bir trajediydi, evet. Ama bir başka şeydi aynı zamanda: Hafıza.
Kore halkı, kayıplarını sessizce unutmadı. Sadece acılarını değil, o acının onlara öğrettiği hakikatleri de hafızalarına kazıdılar.
Gwangju’da kaybedilen çocuklar, yıllar sonra bile sokaklarda yürüyen gençlerin omuzlarında yaşadı. Çünkü orada devlet, yaşananı örtmeye çalışsa da, halk hatırlamayı bırakmadı.
Yüzleştiler. Anlattılar. Sessizliği konuşmaya çevirdiler.
Peki ya biz?
Biz kayıplarımızı, utançlarımızı, bastırılan seslerimizi ne yapıyoruz?
Burada, unutturmak için daha organize bir çaba var sanki. Kaybolan gençlerin adı yavaşça siliniyor. Hikâyeleri anlatılmıyor. Aileler yalnız bırakılıyor. Sokaklar sessizleştiriliyor.
İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınmasından sonra protesto eylemleri tüm Türkiye’ye yayıldı. (Fotoğraf: Adem ALTAN / AFP)
Ve en acısı, bu ülke, her yeni kuşağa aynı suskunluğu miras bırakıyor.
Han Kang, Çocuk Geliyor’da şunu hatırlatıyor hepimize: Asıl felaket, yalnızca kayıpların olması değil; kayıpların konuşulamamasıdır.
Türkiye’de eksik olan tam da bu: Yas tutma hakkı. Hafıza hakkı. Anlatma ve anlatıldığında da utanmadan dinleyebilme hakkı.
Her yeni travmada, “unutalım” denmiyor hiç kuşkusuz. Ama hafızamızın çürüklüğü, direncimizin zayıflığı, zamanla ağırlaşıyor.
Bu yüzden, Midnight Diner’ın küçük lokantası gibi, burada da küçük masalar kurulmalı: İçimizi ısıtan bir kâse çorba gibi hikâyeler anlatılmalı. Ve o hikâyeler dinlenmeli — acele etmeden, suçlamadan, savunmadan.
Gwangju’da kan aktı, sonra hatıralar çiçek açtı.
Bizdeyse hakkın, hukukun, adaletin üstü betonla kapatıldı.
Umut var mı?
Var elbette.
Çünkü burada da, kaybedilenlere rağmen yürümekten vazgeçmeyenler var. Bastırıldıkça susmayanlar var. Ve belki en önemlisi, hikâyesini anlatmaktan utanmayan, hikâyeye kulak veren birileri hâlâ var.
Çocuk Geliyor…
Belki Gwangju’da, belki İstanbul’da, belki Diyarbakır’da.
Bazen gözyaşıyla, bazen cılız bir sesle, bazen titreyen bir elle…
Ama geliyor.
Çünkü hafıza, yasaklanamaz. Ve umut, bazen sadece bir fısıltının inadıyla hayatta kalır.