Bu ülkede bir haftada yaşadığımızı, başka bir coğrafyada insanlar bir yılda sindirir belki. Bizde gündem günle değil, saatle yarışır. Sabah bir mahkeme kararı, öğlen bir sansür, akşam bir kaset skandalı düşer ekranlara. Gözaltılar, kayyımlar, rüşvet fısıltıları… Şu an yalnızca günceli sayıyorum — biraz daha derinleşsem, yıllardır birikmiş bir yorgunluğun tortusu çıkacak ortaya.
Sırrı Süreyya Önder yoğun bakımda mesela… Onun kalbi durdu bir an. Belki onunla birlikte bir dönemin, bir sürecin de sesi durdu.
Gündemle aramı açmaya niyetim yok, ama baş edemediğimi kabul etmem gerek. Çünkü hiçbir şeyin sonu gelmiyor burada. Ne kriz bitiyor, ne gündem. Hep bir şeyler “olmakta”, ama hiçbir şey tamamlanmıyor. Ne yarım kalmak ne de bitmek mümkün. Birikiyor her şey.
Tam da böyle bir gece, yorgun bir anımda, tesadüfen bir dizi açtım: Midnight Diner: Tokyo Stories. Japonya’da, yalnızca geceleri açık bir lokantada geçen bir hikâyeler zinciri…
Ve birden, o gürültünün içinden bir fısıltı sızdı. İçimde körelmiş, unutulmuş, ihmal edilmiş, üstü örtülmüş yahut çürümüş şeylerin arasında dolaştı usulca… Varlığını dahi unuttuğum küçük, küçücük şeyleri hatırlattı – ne tuhaf!
O sessiz dizide kimse bağırmıyordu. Kimse ikna etmeye çalışmıyordu. Herkes kendi küçük hikâyesini anlatıyor, sonra çorbasını içip usulca çıkıp gidiyordu. Ne büyük cümleler, ne yüksek fikirler vardı. Ama insanın içini sızlatan bir şeyler hep vardı.
Sonra düşündüm:
İyi de, biz bu kadar çok şey yaşarken neden hiçbir şeyi anlatamıyoruz?
Küçük Lokanta, Büyük Hikâyeler
Midnight Diner’ın her bölümünde aynı şey yaşanır – müthiş bir döngü: Gece olur. Tokyo susar. Küçük bir lokanta açılır.
Kocaman puntolarla yazılmış bir adı yoktur belki, ama buna da gerek yoktur. Çünkü oraya gelen herkes yolu ezbere bilir.
Bir kapı aralanır, içeri biri girer. Herkes yerini bilir.
Usta (Kaoru Kobayashi), sessizce “Ne istersiniz?” der.
Sipariş alınır. Sonra… bir hayat anlatılır.
İşte o sipariş, bir geçiş kapısı gibidir: geçmişe, pişmanlıklara, eksik kalmış cümlelere, tutulmamış sözlere…
Bir tabak omuraisu, yıllardır konuşulmayan bir aile dramını çağırır mesela.
Bir kase ramen, unutulmuş bir aşkı.
Bir somon ızgara, çocukluğun yitip giden kokusunu.
Dizi aslında hep aynı şeyi anlatır: Hayat büyük patlamalarla değil, küçük tıkanmalarla yürür. İnsanlar da büyük kararlarla değil, küçük vazgeçişlerle değişir. Ve bazen bir hayatı anlatmak için yalnızca bir lokanta, bir tabak yemek ve bir dinleyen yeterlidir.
Midnight Diner’da kimse kahraman değil. Oraya gelenler, sıradan insanlar: Gecede çalışan bir striptizci, işsiz kalmış bir aktör, yalnız yaşayan bir yaşlı kadın, kendini arayan genç bir adam…
Yani aslında hepimiz.
İşin tuhafı, bu karakterlerin her biri, hikâyesini anlatırken bize şunu da fısıldar: Kırık dökük bir hayat da, anlatıldığında iyileşebilir.
Tokyo’da küçük bir lokantada, bir çorbanın buharında dağılan sırlar, bizim hayatımızda da bir şeyleri çözebilir, gibi yersiz bir hisse kapıldım bir ara. Dedim ki, “Yeter ki bir masa açılsın. Yeter ki biri dinlesin.”
Ama titreyip kendime gelmem uzun sürmedi. Çünkü burası, seni aşağıya çekmek isteyenlerin memleketi! Barışı sakız yapıp çiğneyenlerin diyarı!
Yavaş Hayat, Sessiz Anlatı: Bizim Neyimiz Eksik?
Midnight Diner’da kimse kimseye laf yetiştirmiyor. Anlaşılan lafın kıymeti var.
Dizide her şey ağır aksak. Kimsenin acelesi yok. Kimse lafın sonuna nokta koymak için yarışmıyor. Kimse de diğerinin sözünü kesme telaşında değil.
Sanki gizli bir ezber var: Dert anlatmak sabır ister. Dinlemek de… Yemek soğur, ama hikâye de olgunlaşır.
Oysa bizde kimse kimseyi dinlemez. Biri sürekli bir şey söylüyordur. Bitmez dırdırı siyasetin… Medyanın… Ve bilumum rol çalanların… Tamtamlar vurulur, kornalar çalar – rezil bir rabarba!
Gel gör ki bir diğerinin ne dediği, neden dediği değil; ne zaman sustuğu önemlidir.
Hikâyeyi yarıda kesmek, cümleyi bölmek, lafı bastırmak — burada başarı sayılır.
Midnight Diner, belki bu yüzden beni sarıp sarmaladı. Burun kemiklerimi sızlattı. Omzuma bir dost eli dokunuyor hissi yarattı.
Çünkü yavaş.
Çünkü sessiz.
Çünkü abartısız.
Bağırmıyor, telaşsız ve sadece anlatıyor. Ne bir kanaat sunuyor ne de bir zafer ilan ediyor. Bir tabak yemeğin buharı içinde, birinin sesi titriyor. O ses, çoğu zaman çok tanıdık geliyor: Bizden biri gibi, bizden biri kadar sıradan, ama bir o kadar da unutulmuş biri gibi…
Peki, bizde eksik olan ne?
Yormayayım sizi; söyleyeyim: Bize göre hikâye anlatmak demek, bir şeyi kanıtlamak demek. İnsanlar duygularını bile “haklı çıkmak” için paylaşıyor burada. Hâlbuki bazı hikâyeler anlatılır, çünkü yük olur taşıyana. Anlatılır, çünkü artık içinde değil, dışında kalmak isteniyordur. Anlatılır ki, dert konuşulsun; çözülmese de hafiflesin.
Midnight Diner, bu yüzden bir dizi değil sadece. Bir hafıza egzersizi. Bir yavaşlama pratiği. Bir susma biçimi. Bir dinleme kültürü.
O küçük mekânda, herkes az konuşuyor, ama herkes duyuyor.
Bizse çok bağırıyoruz, ama kimse kimseyi duymuyor.
Dertlerimiz büyük, masalarımız küçük.
Yemeklerimiz çeşitli, misafirlerimiz yorgun.
İçimiz dolu, içtenliğimiz az.
Belki biz de bir gün, sadece duymak için susmayı öğreniriz. Belki bir gün, yargılamadan dinlemeyi. Ve belki bir gün, bir tabak çorbanın buharında, birbirimize vicdanlı davranmayı, hakkaniyetli olmayı…
Sırrı Süreyya Önder, hastalığından önce bir esnaf lokantasına uğramış ve tek başına yemek yemişti.
Türkiye’de Bir Lokanta Olsaydı: Kim Girerdi, Ne Anlatırdı?
Midnight Diner, Tokyo’da bir lokanta. Geceleri açık. Gelen, derdini anlatıyor; giden, biraz hafiflemiş gidiyor.
Peki, Türkiye’de böyle bir yer olsaydı?
Düşünüyorum da… Lokanta yine küçük olurdu belki. Dar bir sokakta. Loş ışıklar altında. Ustası çok konuşmazdı. Bir de sobası olurdu, üstünde çay tıkırdardı.
Ama gelenler?
Kim girerdi o kapıdan mesela? İlk sözü kim alırdı?
Belki bir emekli öğretmen girerdi:
Tayinlerini sayardı önce. Sonra en çok Van’da kaldığını anlatırdı. Ardından, “Gençleri çok özledim,” derdi. “Ama onlar beni çoktan unuttu…”
Usta, bir bardak demli çay getirirdi usulca.
Ardından bir üniversite öğrencisi otururdu o küçük tabureye:
KYK yurdundan kovulmuş. Ailesine dönmekten utanıyor. “Bu ülkede öğrenci olmak, özür dilemek gibi,” derdi.
Usta, çorbasının altını kısardı. Ağır ağır pişsin diye.
Bir gazeteci uğrardı belki.
Gözaltına alınmış. İşten atılmış. Birkaç satır yazının hayatını nasıl değiştirdiğini anlatırdı.
“Gerçek diye yazdıklarım, şimdi ‘suç delili’ oldu,” derdi.
Usta, buğulanan gözlüğünü silerdi.
O, sessizlikle dinlerdi.
Belki bir kadın gelirdi sonra.
Sesini yükseltmeden anlatırdı her şeyi. Annesini, kaygılarını, işyerindeki mobbingi, “Yalnızım, ama güçlü görünmeliyim” duygusunu…
Sonra şöyle derdi belki:
“Ben burada bir çorba içmeye geldim, ama galiba bir ömrü döktüm…”
Belki bir taşeron işçi gelirdi, bir gün önce işten atılmış. İlk maaşıyla oğluna aldığı monttan söz ederdi.
“Biraz büyük ama olsun, seneye de giyer,” derken, “seneye” gömülen hayallerini anlatırdı.
Belki bir müzisyen… İkinci el gitarıyla gelirdi.
“İki yerde sahne alıyordum, biri kapandı, diğerinde artık DJ var,” derdi.
“Şarkı söylemiyorum artık. Sanki sesim eski halini unuttu…”
Bir politikacı da gelirdi belki… Düzeltiyorum: Gelmezdi. Böyle bir lokantada oy toplanmaz çünkü. Slogan atılmaz. Sadece anlatılır.
Midnight Diner gibi bir lokanta, belki bizde de açılır bir gün.
Ama ne çorba o kadar sıcak olur, ne anlatan bu kadar yavaş, ne dinleyen bu kadar dikkatli…
Yine de umut etmekte fayda var. Sonuçta fakirin ekmeği…
Sırrı Süreyya Önder’in en son yemek yediği lokantanın sahibi, aynı zamanda film yapımcılığı da yapan Sebahattin Kat.
Yavaşlığın Erdemi, Hikâyenin Gücü
Midnight Diner’ın belki de en büyüleyici tarafı şu: acele etmiyor. Her bölümde bir hikâye anlatılıyor, ama kimse bir yere yetişmek zorunda değil. Karakterler hızlıca çözülmüyor. Her şey ağır ağır oluyor. Çünkü bazı şeyler, sadece yavaşken açığa çıkıyor: Bir bakış, bir suskunluk, bir çorbanın buharı, gözlük camına düşen bir buğu…
Yavaşlık burada bir tercih değil, bir direniş.
Peki, bizde niye yaşanmıyor bunlar?
Hikâye yok değil — fazlası bile var.
Acı yok değil — her sokakta, her yüz çizgisinde acının âlâsı.
Ama yavaşlık yok!
Her şey acele. Her şey koştur koştur. Herkes çok şey söylüyor, kimse kimseyi duymuyor.
Midnight Diner, bunu ters yüz ediyor. Bir yemeğin pişmesi kadar zaman alıyor birinin kendini açması. Bir lokma alırken bir cümle dökülüyor: kırık, tamamlanmamış, ama içten.
Hepsi bu kadar… Çünkü hikâyenin gücü, tamamlanmışlığında değil; tamamlanamayanında. Bir eksiklik hissi bırakıyorsa, kalbimize değmiş demektir.
Bu yüzden belki de bu diziyi izlerken —en azından ben— kendimi daha insan gibi hissediyorum.
Galiba biz de böyle lokantalar açmalıyız. Gerçek lokantalardan söz etmiyorum elbette — zihinsel lokantalar açmalıyız: Bir masa, bir sandalye, bir dinleme iradesi… Çünkü bazı hikâyeler çorba içilmeden anlatılamıyor.
Bazı insanlar, konuşabilmek için önce doyurulmak istiyor. Ve bazı kelimeler, sadece yavaş pişince anlamlı oluyor.
Tokyo’da açılan o lokantanın, İstanbul’da, Diyarbakır’da, İzmir’de, Van’da… Geceleri açılacak küçük kardeşlerine ihtiyacı var. Her yerde, herkesin konuşabileceği küçük yer masalarına.
Kabul; bu ülke çok hızlı, ama kalbi hep eksik atıyor.
Oysa şifa, sadece bir cümle uzaklıkta:
“Ne istersiniz?”