Kabul etmek gerekir ki, romanın yaygınlık kazanmasında “entrika”nın parmağı var, “hiçbir şeyin vuku bulmadığı” bir hayatta “olağanüstü bazı şeylerin cereyan etmesi”ni arzulayan kişilerin beklentilerini doyurur! Yasak meyveyi tattırır! Peki, ya tatmazsanız...
Yıl 1970… Gallimard üç roman yayımlıyor; düzeltiyorum, okurla buluşturdukları arasından en çok bu üç roman dikkat çekiyor: Michel Déon’un “Les Poneys sauvages”ı… François Nourissier’in “La Créve”i… Ve Michel Tournier’in, “Le Roi des aulnes”ı…
Yıl 1970… İstatistiklere göre Fransa’da her iki kişiden biri kitap okuyor. Maurice Nadeau tarafından kurulan (1966) La Quinzaine littéraire’in çok satanlar listesini esas alırsak, en çok roman okunuyor. Onluk sıralamanın 6’sı, 7’si roman…
Yıl 1970… En saygın edebiyat ödülleri, fazla tirajla yerini sağlamlaştıran roman(cı)lara veriliyor Fransa’da… Örneğin “Les Penys sauvages” (baskı adeti: 260 bin) Interelié Ödülü’nü, “La Créve” (baskı adeti: 130 bin) Fémina Ödülü’nü ve “Le Roi des aulnes” da (baskı adeti: 200 bin) Goncourt Ödülü’nü alıyor.
60’ların ikinci, 70’lerin ilk yarısı “kitap patlaması”nın yaşandığı bir süreç… Kitap, tren istasyonları, otobüs terminalleri ve havaalanlarındaki kiosklara, gazete bayilerine, marketlere girmek suretiyle ticari bir metaya dönüşüyor. Robert Escarpit’e göre bu süreçten roman, en kârlı tür olarak çıkıyor. Bilhassa polisiye ve erotik roman…
Sahne Kutsal Bir Mekân mı?
Oysa, hafızası güçlüler hemen anımsayacaktır, 1600-1900 arası roman açısından pek de parlak bir dönem değildir. Ahlaki sebeplerle bazı evlerin eşiğini geçmesi zordur. Bundan olsa gerek, edebiyat tarihçileri uzlaşmış gibidir: can çekişmekte olan bu tür ölmeye mahkûmdur!
Hatta 1920’lerde André Breton bir yandan, Valéry diğer yandan romanı yerden yere vurma hususunda pek iştahlılardır.
Theolog ve mantıkçı Pierre Nicole’a göre, roman ve tiyatro yazarları, “biyolojik bakımdan değil de ruh bakımından insanı zehirleyen ve kendisine birçok ruhun katili olarak bakan” kişilerdir mesela (“Lettres sur l’hérésie imaginaire”).
Romanın yanında tiyatronun da olması, hemen hemen aynı kaderi paylaşmalarıyla açıklanabilir sanki. Zira tiyatro da uzun süre “yıkıcı” bulunmuş ve “ahlaki çökkünlük”ün müsebbibi sayılmış…
Hatırlayalım; Stanislavski için sahne kutsal bir mekândı, sanata bir din gibi yaklaşırdı. Böylelikle oyuncuların modern yaşamın ruhta yarattığı tahribattan kurtulmalarını umardı.
Dönelim romanı hallaç pamuğu gibi atma meraklılarına… İşte onlardan biri de Jean-François Marmontel… Edebiyatın hemen hemen her alanında ürün veren bu kişi, “L’Essai sur les romans”ta, isteksizlik ve gevşekliğe sebebiyet verdiği, kusur ve fazileti birbirine karıştığı gerekçesiyle roman türünü aşağılamaktadır. Kendi yazdığı roman ve hikâyeleri unutarak…
Kötülüğün Tasvircileri…
Çoğu sırtını ahlaki öğretilere ve din adamlarının söylevlerine dayayarak romanı alaşağı etme niyetindedir. L’Abbé Louis Bethleem’in altıncı baskısı 1914’te basılan “Romans à lire et romans à proscrire”i neredeyse “kaynakların kaynağı” düzeyindedir bu sebeple. Yazarları, “yanlışlık ve kötülüğün tasvircileri” olarak gören bir zihnin George Sand’ı, Stendal’ı, Hugo’yu, Balzac’ı, Flaubert’i, Zola’yı cehennemlik ilan etmesi “normal” karşılanabilir mi dersiniz…
Romanın “gerçeklikten uzaklaşması” yahut “gerçeği kurgulaması” niçin bu kadar ürkütücü geliyor peki? “Öğretme” ve “eğlendirme” yalnız romana mahsus bir şey değil ki…
Salt “tasvir”in yahut “hayal gücü”nün bu inkârda, lekelemede rolü sahiden bu kadar büyük olabilir mi? Hele hele romanın şiir karşısında “imge” bakımından hayli sönük ve zayıf kaldığı düşünülürse…
İyi de sürrealistlere ne oluyor? Gerçekliği onlar kadar yerinden yurdundan eden, bozan, değiştiren, dönüştüren, çarpıtan, hatta tahrip ve imha eden kaç akım gördü ki sanat dünyası? Nedir natüralistlerle alıp veremedikleri?
Askeri yargının duyarsızlığına kurban giden Yüzbaşı Dreyfus’u savunması yahut Fransa devlet başkanına hitaben yazdığı “İtham Ediyorum” makalesi mi “Nana”, “Germinal” ve “Meyhane” gibi muazzam romanları hedef tahtasına oturtan? Londra’ya kadar kovaladınız da ne oldu? Fransa’da yaşayamadı belki, ama Fransızcada yaşadı hep…
Yasak Meyveyi Tatmak…
Kabul etmek gerekir ki, romanın yaygınlık kazanmasında “entrika”nın parmağı var. Geriye itilen karakterin yerine “tip”in sürülmesi ve masal, fabl gibi insanlığın hafızası konumundaki sözel geleneğin (edebiyatın) “mit”le zenginleştirilmesi… Nihayetinde de “hoşgörü”; cinsel devrim ve kadın harekâtı…
Artık geride kalmıştır “Genç Werther’in Istırapları”… Roman kişilerinin rüzgârına kapılıp intihar etmeleri iyiden iyiye azalmıştır. Pek çoğu için Emma Bovary, aristokrat sınıfın kibar ve zengin dünyasında yakışıklı kavalyelerin peşinde koştuğu bir kadındır; ama hem yalnızlığı hem de yalnızlıktan kaçışı “hakiki” kılmaktadır esasında… Zerre şüphe duyulmaz bundan!
Mübalağa ederek söylüyorum: nekahet dönemindeki roman, “hiçbir şeyin vuku bulmadığı” bir hayatta “olağanüstü bazı şeylerin cereyan etmesi”ni arzulayan kişilerin beklentilerini doyurur! Yeri gelir, tecrübe yetersizliklerini telafi eder! Kanun ve kurallardan uzak yaşama fırsatı sunar! Yasak meyveyi tattırır! Sessizliği cazip hale getirir! Hiçlik şuurunu ya felce uğratır ya da besiye alır! Günlük dünyanın çeperini kırar!
Claude-Joseph Dorat’nın ileri sürdüğü gibi roman, “malum hikâye, faydalı hikâye ve devrin istediği hikâye” değildir çoktandır çünkü.
İlk Roman Bu Sezon Düşük!
Aradan yıllar geçiyor… 70’lerden 2000’lere geliyoruz. Yıl 2010… Günlük gazetenin kültür servisinde çıkan bir başlık: Fransa’da yeni mevsimin ilk 5-6 haftasında, 497’si Fransız yazarlardan olmak üzere 701 roman yayımlanacak.
Deniyor ki haberde, ağustos sonu ile ekim başı arasında “edebi giriş” dönemi olarak kabul edilen süreçte roman patlaması yaşanacak. Olivier Adam, Philippe Claudel, Claudie Galley, Laurent Gaudé, Marc Dugain, Michel Houellebecq, Amelie Nothomb gibi “popüler” bir dizi yazarın “çok satan” olmaya aday romanları okurla buluşacak.
Gazetede bazı rakamlar da veriliyor: Amélie Nothomb, “Une forme de vie” ile 220 bin baskıyla daha şimdiden ulaştı bile… Onu 120 bin baskıyla Houellebecq ürünü “La carte et le territoire” izliyor. Ardından 100 bin adet 1. baskıyla Claudel’in “L’Enquête”i, 85 binle Gaudé’nin “Ouragan”sı, 70 binle Galley’nin “L’amour est une île”i, 60 binle Dugain’in “L’insomnie des étoiles”ı ve 50 bin ilk baskıyla Adam’ın “Le choeur régulier” geliyor.
Haberde özellikle vurgulan nokta şu: Resmi ve mesleki kuruluşların ortak yayın organı haftalık “Livre Hebdo” dergisinin yayımladığı verilere göre, bu rakamlar yakın zamanların yeni roman rekoru kabul edilen 1999’daki sayıyı dahi aşıyor.
Üzüntü ise şu: İlk romanını yayımlayan yazar sayısı bu sezon daha düşük.
Yılkı Atı… Tutunamayanlar…
Fırsat bu fırsat, hafızamı zorlayıp 70’de yayımlanan romanları düşünüyorum: “Ağrıdağı Efsanesi” (Yaşar Kemal), “Tutunamayanlar” (Oğuz Atay), Yılkı Atı (Abbas Sayar), İbiş’in Rüyası (Tarık Dursun K.)… Her biri 70’de Fransa’da yayımlanan romanlarla yarışacak düzeyde. Doğru; onlar kadar “satan” az romanımız var. Ama çok da uzağında değil nitelik, estetik olarak…
Bir de bugün yazılan romanlara bakıyorum… Hayır, hayır; bakmıyorum! Nasıl olsa ne göreceğimi benden iyi biliyorsunuz.
Galeano’nun da dediği gibi “Gönlün haritasında sınır yok”, ama durum işte böyle.