Riya insanın tanrısı mıdır? Bütünleşemiyoruz hiçbir şeyle... Ait değil bize, bizim olduğunu sandıklarımız bile... Etiketlerle dolaşıyoruz; aktarma bilgilerle... Ödünç yaşıyoruz, demek doğru değilse bile, 'ölü yaşıyoruz'...
Hayatı gettolar halinde yaşıyoruz sanki… Şehrin periferisinde değil, göbeğinde hem de…
Mecburi ikâmet mahallelerimiz yok, kabul; ama diretilen asgari yaşama koşulları var: şunu yeme, bunu giyme, buraya gitme, onunla konuşma, öpme, içme gibi… Bir adım ötesinde: Tanımaya gönüllü olmadığımız için de birbirimizi, anlaşamıyoruz da… Hoşgörü ara sıra cüzdanımızdan çıkarıp baktığımız sepya bir fotoğraf sadece…
Bir gün İzmir’deyim. Sanırım Arkadaş Z. Özger Ödülü vesilesiyle… Oturmuş bir kahvede laflıyoruz. Daha doğrusu Mehmet H. Doğan konuşuyor, biz dinliyoruz. Etkilenmemek için başkalarını okumayan bir şairden söz edince, nasıl ürperdiğim, bugün gibi aklımda. Belki toydum, duygusal bir anımdaydım, bilemiyorum; çok züppece, budalaca gelmişti bana bu yaklaşım… Değil bir şairin bir başka şairi, başka öykücüleri, romancıları aşkla okuması, hatta ressamları, heykeltıraşları, yönetmenleri, müzisyenleri bile merakla takip etmesi gerektiğini düşünüyordum zira.
Fikrim değişti mi? Hayır; hâlâ sanatsal disiplinlerin birbirini destekleyeceği kanaatindeyim. Müsaadenizle biraz açayım bunu…
Gibiciler Cumhuriyeti…
“Aydınlanma çağında akıl…” diyor Nusret Hızır, “…içinde sağlam bilgilerin muhafaza edildiği bir türlü depo değildir. Akıl, hakikati bulmaya, belirlemeye, korumaya yarıysan bir kuvvettir. Akıl birtakım içerikler toplamı değil, ancak işler halde olduğu vakit anlaşılabilen bir enerji’dir. Ne olduğu, neler yapabildiği, ürünleri ile değil, etkinliği ile ölçülür.”1 Hem de yıllar önce söylüyor… Füsun Altıok’la Metin Altıok’un diretmeleri, katkıları sonucu okura ulaşan Felsefe Yazıları’nda…
Ne tuhaf! Bugün, ‘etki’ değil, ‘ürün’ vitrinde… Gerçi, hiçbir dönem ‘etki’ büsbütün vitrine kurulmadı. Kurulmadı, ama ‘ürün’ün de bürünmeye hevesli olduğu biriciklik kılıfını daima ütüsüz tuttu; bol bol süründüğü allı yeşilli farları sildi, olur olmaz ‘şey’lere bayılan yüreği hakikate çağırdı; buna rağmen, her ne kadar hakikati sahiplenmeye davetli iseler de, gelenler, o meşum azınlık, hep ya kiracılığı ya da misafirliği yeğledi. Belki de bu sebeple akıllı geçinmek, bir süre geçim kaynağı olmadı, olamadı Gibiciler Cumhuriyeti’nde…
Bakar mısınız şu hali pür melalimize: CNN Türk gibi, belirli bir kültürel beklentiyi doyurmak üzere kurulan bir kanalın, muhtemelen deneyimli muhabiri, Erdoğanların nikâh törenine katılmak için birbiriyle yarışan davetlileri, hemen yanı başlarındaki kongreye kayıtsız kalmakla suçlarken, akıllı ya, kongreyi kendisi de takip etmeden, “Dünyanın geleceği burada tartışılıyor!” benzeri cümleler kurarak, caizse ‘paçayı kurtarıyor’, sorumlu bir habercilik örneği sergiliyor, sonra da -ola ki- görevini iyi icra etmenin huzuru içinde yatağında mışıl mışıl uyuyor. Bu vahametin üzerinden yıllar geçiyor, rahatsız olana tesadüf etmek neredeyse imkânsız.
Bir kez de şuna bakar mısınız, lütfen: Henüz kurmaca ya da değil, hiç kitap çevirmemiş bir gönüllü, Blumenberg çevirmeye cüret ediyor, yetinmiyor, akıllı ya, ‘meşruiyeti’ bir çırpıda ‘meşrutiyet’ yapıyor. Hayır, tashih değil! Değil, çünkü aynı kavramı metnin diğer yerlerinde de yineliyor.
Türk Klasiği Yoktur!
Anımsarsınız, mutlak!.. Yıllar önce Melih Cevdet Anday, “Türk klasiği yoktur!” demişti de, yer yerinden oynamamıştı, ama bir iki söz alan olmuştu (ki o yazılar, bugün dahi türünün iyi örnekleri arasında sayılır). Birini anmakla yetineyim; söz Can Yücel’in: “Türkiye klasik yetiştiremez. Türkiye klasik bir ülke değil. Türkiye göçebe… 16 devlet kurmuşuz diyoruz, 15 devlet kurmadan 16.’sını kuramazsınız. (…) Türkiye’de bu iş olmamıştır. Lafı bile yanlıştır. Yoktur çünkü. Başlamamıştır çünkü. En büyük örneği de şudur: Türkiye, hayatında hiç bilmediği bir dille abdest alıp namaz kılmakta, oruç tutmaktadır, milli dil kurulmamıştır. Kimse Arapça’yı Türkçeye çevirmemiştir Luther gibi… Yani herifler ibadette bile kendi dilleriyle bütünleşememişlerdir. Yani ibadet ettiğimiz dilde konuşmayı bile bilmiyoruz. Yani bir memleketin dili yoksa nesi vardır allasen… Klasikmiş.”2
Can Yücel, aslında daha önce çokça gevelenen şeyleri ‘kendince’ bir kez daha söylüyor: “Yani herifler ibadette bile kendi dilleriyle bütünleşememişlerdir.” diyor. Ne demek istediğimi, bir başkasının üzerinden söylememi mazur görün; Nusret Hızır, kaldığı yerden devam ediyor: “Aklın başlıca görevi, çözümlenebileceği çözümlemek, birleştirilebileni birleştirmektir. Gerçekten de akıl, çözümleme işini bitirince durmaz, ayırdığı öğeleri bütünler kurmaya uğraşır.”
Riya insanın tanrısı mıdır? Bütünleşemiyoruz hiçbir şeyle… Ait değil bize, bizim olduğunu sandıklarımız bile… Etiketlerle dolaşıyoruz; aktarma bilgilerle… Ödünç yaşıyoruz, demek doğru değilse bile, ‘ölü yaşıyoruz’… Evet, evet; zombiler gibi, kurulmuş bebekler gibi, deşmeden, deşelemeden, bize sunulduğu gibi, diretildiği gibi, dikte edildiği gibi… Ama hep ‘gibi’… Hak’la Hakikat arasına öyle bir köprü kurmuşuz ki, uzunluğu şeytantırnağımızdan bile kısa… Okumuyor, ama üçüncü şahıslara ne okuyacaklarını söyleyebiliyoruz. Bilmiyoruz, ama ‘bilmek’ istiyoruz, tıpkı Lut kavmi gibi…
En Milliyetçiler ile En İslamcılar
Böyle bir ülkeyiz işte: Tek Parti döneminin en milliyetçileri ile en İslamcıları dahi ‘liman burjuvazisinin çıkar birliğine dayandığını kitabına uygun bir biçimde programına alan’ bir partiye, Demokrat Parti’ye katılmakta sakınca görmüyor. Şükran Kurdakul’un da dediği gibi, “1910’larda dilimizin Arapça ve Farsça tamlamalardan arınmasını isteyenlere karşı Osmanlılık nöbetleri geçirenler bile, 1920’lere varmadan Türkçe’yi öğrenmeye başlıyorlar. Yaşam, Halid Ziya’ya Mai ve Siyah’ı kendi eliyle Türkçe’ye çevirme zorunluluğunu öğretiyor.”
İsmet Özel’e yakından bakmak, biraz da bu bütünleşememe ile ilgili yeni yargılara ulaşmamıza yol açmaz mı, acaba? Mehmet Akif’i, özellikle de ‘Azimden Sonra Tevekkül’ şiirini bir kez daha okumak, şu “kökü mâzide olan âti”liğin ne menem bir şey olduğuna dair bir fikir vermez mi bize? F. Beckenbauer’in G. Grass’ı okuması, Boris Becker’in Dr. Kaligari’yi izlemesi, C. Schiffer’ın Wagner dinlemesi nasıl hiçbir Alman vatandaşını şaşırtmıyorsa; bizi de şaşırtmamalı aslında. Yaşar’ın şair, İclal Aydın’ın yazar, Gülben Ergen’in oyuncu olarak bu kadar çabuk kabul edilmeleri de…
Tamam; birkaç disiplinde en az rakipleri (!) kadar başarılı olan yaratıcılar var. Woody Allen gibi… Passolini gibi… E.T.A. Hoffmann gibi… Nietzsche gibi… Ancak herkesin de “istisnai insan” olmadığını da bilmek gerek. İşte bu noktada bilgi ve karakter devreye giriyor. Değil mi ki, ilim bilmek nasıl kendin bilmekse, sanat da öyledir. Yoksa değil mi?
1 Nusret Hızır, Felsefe Yazıları, Çağdaş Yayınları, Şubat 1976, s. 16-22
2 Yeni Düşün, Mart 1988, Can Yücel, “Melih Haklı! Türk Klasiği Yok!.. Bundan Yakınmaya da Lüzum Yok”, s. 55