Laubalilikte nasıl ki yüce kişileri yahut şeyleri anlatarak eserinizi samimi, ciddi kılamıyorsanız, marazilik durumunda da yazdıklarınızın ne kadar sağlıklı (!) olacağı tartışılır.
Abdülhak Şinasi Hisar, Yeni İstanbul gazetesinde yayımlanan “Edebiyatta Lâubaliik” adlı makalesinde, “Bizde hayli yayılmış olan zararlı bir yanlış da sanatın lâübalilikle imtizaç edebileceği zannıdır.” der ve ekler: “Bir kere, sadelik, tabiîlik, natüralizm yahut realizm ayrı ve sanatla telif edilir şeyler olmak itibariyle, lâübaliliği severim demek, sanatı sevmem demekle müsavidir. Çünkü sanat bir takım kaidelere riayetle başlar.”
Ona göre edebiyatta laubalilik tahammül edilir şey değildir.
Yaşar Nabi, bu makaleyi Varlık dergisinde (sayı 356) tartışmaya açar. Öncelikle “laubalilik”ten ne anladığını izah eder: “Üç günde bir piyes, bir haftada bir roman yazdığını söyliyerek bununla övünen, bir çırpıda karaladığı sahifeleri bir daha gözden geçirmek zahmetine bile girmeden mürettiphaneye gönderen, bir şeyler yazmak, sahife doldurmak için hiçbir maksat, düşünce ve tasavvuru olmadan masa başına oturan, sanatı şöhret yapmak ve para kazanma hırsına bir âlet diye kullanan yazar, bence edebiyatta lâubaliliğin tipik örneğidir.”
Yaşar Nabi, Hisar’ı haklı bulur. Fikre açıklık getireceği düşüncesiyle iki örnek verir hatta…
a.) Laubali bir edebiyatçı, eserlerinde insanlığın en yüksek, en asil duygularını ele alsa, en seçkin kelimeleri inci gerdanlıklar gibi dizse bile, eğer içinde sanatkârı sanatkâr yapan o mukaddes ateş yanmıyorsa, yapıp eyledikleri boşunadır.
b.) Bir edebiyatçı, mevzularını insanların en yoksul, en bayağı, en iğrenilmiş muhitlerinden alarak orada yaşayanların incelmiş kulaklara kaba, galiz ve hatta müstehcen gelen kelimeleri kullanmasına rağmen, sanat sıtmasının nöbetini damarlarında hissetmiş, asil ve yüksek duyguların tesiri altında kalmışsa, onun eserini kimsenin laubalilikle suçlamaya hakkı yoktur.
Aslında Hisar, Yaşar Nabi’den biraz farklı bir şey söylemektedir. “Cemiyet içinde bile muzır olan lâübalilik”in sanatı öldürdüğünü düşünür zira. Mesela bir muharririn, birisini, “O kadar lâübali yazıyor ki, insan onu mahalle kahvesinde konuşur gibi rahat rahat okuyor.” diye övmesini kabul edemez. Büyük bir yanılma olarak görür bunu. Sanatın ruhuna aykırı bulur. “Zira san’at ve edebiyat lâübali bir mahalle kahvesinde külfetsiz bir konuşma değildir.” nazarında…
Sahiden öyle midir? Bir mutlak “haklı” çıkarabilir miyiz buradan?
Hatırlıyorum; Necip Fazıl, “Edebiyat Mahkemeleri” adlı eserinde, Hayyam’ın “açıkgöz tavırlı bir hafiflik ve lâubalilik içinde” boğulduğunu söyler. Doğunun kıymetlerine ters düştüğünü vurgulamayı ihmal etmeden…
Bu durumda, Hayyam’ın unutulup gitmesi gerekmez miydi?
Demek ki okur, rubailerini laubali değil, samimi yahut sahih buluyor.
Peki, kim yanılıyor?
Tek bir doğru yok mu yoksa?
Yaşar Nabi, Hisar’a verdiği yanıtta, çok üretmenin niteliği düşüreceği varsayımıyla olsa gerek, bile isteye üretim çokluğuna çekiyor dikkati… Ve hemen sonrasında, “bir eserin ciddiliği yazarının ona harcadığı zamanla” ölçülemeyeceği fikrine ulaşıyor. Nihai kararını da şöyle açıklıyor: “… bir eser ciddi de olabilir, laubali de… (…) en iyi ölçü, eserin üzerimizde bıraktığı tesirdir.”
Buna mukabil Hisar, “Mahalle kahvesi, ruhu da, kafayı da daraltır, ismine lâyık olan sanat bizi, onun lâubaliliğinden çekip kurtarmak, temizleyip yükseltmek içindir” görüşünde…
Çakışan, örtüşen yanlarına rağmen iki farklı fikir var aslında: Biri okuru ölçü alıyor, diğeri yazarı.
Biraz tartışalım…
Bence Yaşar Nabi, okura kaldırabileceğinden fazla yük ve sorumluluk veriyor. Başka bir deyişle okuru ehliyetli sayıyor.
İyi de… Üç sözcüklü cümledeki iletiyi dahi tekrarlamayınca anlayamayan bir okurla karşı karşıya kaldığımızda ne yapacağız? Ölçütümüz değişecek mi?
Nietzsche’nin yaşadığı dönemde, kendi ülkesinde, yeterince okunmadığını bilmeyenimiz yoktur. Tanpınar’ın sükût suikastı serzenişini de… Oysa bugün Böyle Buyurdu Zerdüşt’ten geçilmiyor kitabevi rafları… Tanpınar ise hem sağın, hem solun itinayla okuduğu biri artık. Biraz mübalağa ederek, günümüzde bir Tanpınar fetişizmi yaşandığı bile söylenebilir rahatlıkla…
Biraz tuhaf değil mi?
Fuat Köprülü, “Edebiyatta ‘Marazî’lik” adlı makalesinde mühim bir konuya değinir. Muharririn cemiyetle alâkasını kestiği an, kan akışından mahrum kalan bir uzuv gibi hayatını yavaş yavaş kaybedeceğini ileri sürer. Servet-i Fünûncuları da milli hayat ile edebiyat arasındaki rabıtaları gevşetmekle suçlar.
Her daim böylesine keskin yargılardan, saptamalardan ürkmüş, çekinmişimdir. Mesela Köprülü, bana göre şöyle demektedir sanki: Bir cinai roman mı yazacaksınız, mutlaka adam öldürmelisiniz!
Niye söylüyor bunu?
Şu sebeple: Bir caninin ruh halini ancak bir cani anlayabilir. Tecrübe edilmemiş bir hissi muharririn duyumsatması mümkün değildir.
Kabul etmek gerek ki, ilginç bir sav!
Düşünsenize… Bir erkek muharrir olarak, kucaktan kucağa, yataktan yatağa gezen hoppa bir kızın hayatını romanlaştırmak arzusundasınız.
Üslup sahibi olmanız, kurgu bilmeniz pek de mühim değil. Eğer ki kucaktan kucağa gezmek nasıl bir his bilmiyorsanız… Ama talihsizlik işte! Bir erkek bir kadını ne kadar anlayabilir ki… Kadın olarak doğmayınca zor!
Engelli bir çocuğun serencamını mı anlatacaksınız. Niye olmasın? Elbette… Ama gidip kötürüm kalmanız gerekir. Ayrıca bunu şimdi, bugün yapmanız bile bir anlam taşımayabilir. Çocukken yapmış olsaydınız ne âlâ… Bir ihtiyar çocukluğu bilebilir mi hiç! Hatırlaması bile düşük bir ihtimal…
Elbette karikatürize ediyorum… Çünkü laubalilikte nasıl ki yüce kişileri yahut şeyleri anlatarak eserinizi samimi, ciddi kılamıyorsanız, marazilik durumunda da yazdıklarınızın ne kadar sağlıklı (!) olacağı tartışılır.
Galiba tüm bu dertleri başımıza, “hayattan beslenmek şart” şeklinde piyasaya sürülen ve pek tutan kalıp açıyor.
Jules Verne geliyor tam da bu noktada aklıma… İcatlarla dolu romanları… Acaba diyorum, gelecekten gelip müjde vermeye çalışırken, görünce halimizi acıyıp, alıştıra alıştıra söylemek için romanı mı tercih etti?
Nabokov geliyor öte yandan… Sübyancı mıydı dersiniz? Şu satırları yazanın marazi olmadığı söylenebilir mi: “Lolita, hayatımın ışığı, kasıklarımın ateşi. Günahım, ruhum. Lo-li-ta: dilin ucunun damaktan aşağı üç adımlık bir yolculukla inip üçüncü adımda hafifçe dişlere dokunuşu. Lo. Li. Ta.”
Açıyı değiştirelim. Okura dönelim yüzümüzü… Onun iltifat ettiklerine bakalım. Kitapyurdu’nda ilk üç şöyle: “Kürk Mantolu Madonna” (Sabahattin Ali), “Şeker Portakalı” (Jose Mauro De Vasconcelos) ve “1984” (George Orwell)…
Şimdi bir de idefix’teki ilk üçe bakalım: “Gör Beni” (Akila Azra Kohen), “Fahrenheit 451” (Ray Bradbury) ve “1984” (George Orwell)…
İki liste ve tek yeni kitap: “Gör Beni”…
Yani diyor ki okur: Ben ezberimi bozmam! Vaktiyle, şu ya da bu nedenle evime aldığım, okuduğum kitabın dışına taşmam! Okumasam bile alır rafıma korum. Yığınlarla geniş paydada buluşurum.
Tabii bu arada beğenisi gelişmemiş bir okurdan söz ediyorum daha çok… Neyi, niçin beğendiğini söyleyemeyen… Bir kitabı ancak üçüncü şahıslar da beğendiğinde beğenisini ifade edebilen… Edilgen bir okurdan!..
Dahası: Gelir seviyesi, alım gücü arttıkça, beğeni çıtası düşen bir okur var karşımızda.
Peki, nasıl oluyor da bu okur kitlesi “1984”, “Fahrenheit 451” okuyor?
Çok kabaca özetlemek gerekirse “1984”, bir faşizm, baskıcı iktidar eleştirisi…
“Fahrenheit 451” ise devlet sansürünün, totaliter rejimlerin dehşetini anlatan bir distopya…
Bundan şunu mu anlamalıyız: Okur, neyi okuyacağını iyi seçer, kimi seçeceğini ise bilemeyebilir!
Döndük mü tekrar başa!