Edebiyatın neoliberal kıskacı: Yazarın kaderini kitap mı belirliyor, marka mı?

Günümüzde eserin niteliğini ne belirliyor? Yoksa ekranın, algoritmanın, piyasanın mı hükmü geçiyor? Türkiye’de yazarlar neden küresel dolaşıma girmekte zorlanıyor? Markalaşan mı kazanıyor, sessiz kalan mı kayboluyor? Ne kadar edebiyat, ne kadar ekonomi—ve en önemlisi, biz hangi tarafındayız bu denklemin?

Sarah Brouillette (İmaj: Sosyal Medya / Kolaj: Velev Grafik)

Sarah Brouillette ülkemizde bilinen bir isim değil. Muhtemel ki onun Literature and the Creative Economy adlı eserini okuyan sayısı da bir elin beş parmağını geçmez.

Brouillette, bu eserinde, edebiyatı artık salt “sanatsal” bir uğraş olarak değil, neoliberal çağın yarattığı “yaratıcı ekonomi”nin bir parçası olarak okur. Bu bağlamda kitap, birkaç temel noktayı öne çıkarır:

Edebiyatın piyasa mantığına tâbi olması: Günümüz dünyasında yazarlar yalnızca eser üreten kişiler değil, aynı zamanda yayınevi ve piyasa tarafından şekillendirilen birer “marka”dır. Romanın ya da şiirin estetik değerinden çok, ne kadar satacağı, hangi pazarlara açılacağı belirleyici olur.

Yazarın değişen konumu: Eskiden “ilhamla yazan yalnız dâhi” olarak tasarlanan yazar figürü, bugün yerini sosyal medyada görünür, sürekli üretmek zorunda hisseden, kendi tanıtımını yapan bir girişimciye bırakmıştır. Brouillette, bu dönüşümün özellikle Anglosakson yayıncılık sisteminde belirginleştiğini ama küresel çapta yayıldığını söyler.

Neoliberal baskılar: Kitap, neoliberal politikaların sanat ve edebiyat alanındaki görünmez baskısını açığa çıkarır. Yazarlar bir yandan “özgün” ve “yaratıcı” olmaya zorlanır, öte yandan piyasanın beklentilerini karşılamak için kendilerini tekrar etmeye mahkûm edilirler.

Eleştirel bir bakış: Brouillette, bu süreci bir imkân değil, bir tehlike olarak görür. Ona göre “yaratıcı endüstri” söylemi, sanatın özgürlüğünü gölgeleyip ekonomik faydaya indirger. Edebiyatı bir “ürün”e, yazarı ise “kendi emeğini satan serbest çalışan”a dönüştürür.

Demem o ki, Literature and the Creative Economy, edebiyatın yalnızca estetik bir üretim değil, aynı zamanda ekonomik ve politik bir mesele olduğunu iddia eden, neoliberal çağın kültür politikalarını masaya yatıran eleştirel bir kitaptır. Ve çok da benzeri yoktur.

Yazarın Değişen Yüzü: İlhamdan Girişimciliğe

Edebiyat tarihinde yazar figürü, çoğu zaman romantik bir mitoloji içinde düşünülmüştür. Yalnız odasında ilhamla yazan, kelimeleri gökten düşercesine toplayan, toplumun gündelik telaşlarından azade duran o “dâhi” imgesi, iki yüzyıla yakın bir süre boyunca kültürel hayal gücümüzü şekillendirdi. Ancak neoliberal çağda bu imge yerini bambaşka bir figüre bıraktı: Artık yazar, hem yazan hem de kendi markasını inşa eden kişi; sosyal medyada görünür olmak zorunda… İmza günlerini, söyleşilerini, reklam kampanyalarını planlayan bir girişimci… İlhamın yerini strateji, yalnızlığın yerini görünürlük, yazının kendi içsel değerin yerini piyasanın talepleri almış durumdu.

Sarah Brouillette’in işaret ettiği gibi, günümüzde edebiyat piyasası, yazarı “yaratıcı endüstri”nin aktörü olarak konumlandırır. Bu durum, yazarı eserinin ötesinde sürekli kendini sunmaya zorlar. Kitap artık bir pazarlama nesnesi, bir “ürün”dür. Yazar da bir edebi özne değil, kendi emeğini ve kimliğini markalaştıran bir girişimcidir. Bu yeni konum, edebiyatın doğasına ilişkin çelişkiler üretir: Bir yandan yazar hâlâ özgünlük ve yaratıcılıkla anılmak ister, öte yandan piyasanın taleplerini karşılamak için kendini tekrarlamaya, hızla üretmeye ve görünürlük yarışına girmeye mecbur kalır.

Bu değişimin en çarpıcı yanı, yazarlığın edebiyat alanına ait bir meslek olmaktan çıkmasıdır. Yazarlar, sosyal medya fenomenleriyle aynı mantıkla takipçi kazanmak, kendi hikâyelerini ekranlarda da satmak durumunda kalırlar. Bir roman yayımlamak tek başına yeterli değildir; onunla birlikte okurla nasıl ilişki kuracağınızı, hangi imajla görüneceğinizi, hangi kelimeleri yalnızca romanınızda değil röportajlarınızda da tekrarlayacağınızı hesaplamak gerekir. Bu anlamda yazarlık, estetik bir uğraştan çok, ekonomik ve kültürel bir strateji hâline gelmiştir.

Yazarın Markalaşması ve Sosyal Medyanın Önemi

Sarah Brouillette’in edebiyatın neoliberal bir üretim süreci içinde şekillendiğini vurgulayan yaklaşımı, günümüzde daha görünür hale gelen “yazar markalaşması” fenomeniyle birebir örtüşmektedir. Batı edebiyatında bu dönüşümü açık şekilde görebileceğimiz bazı örnekler şunlardır:

1. Caroline Calloway: Calloway, bir “self-branding” başarısıdır. Sosyal medya üzerinden Hollywood’un ilgi odağı haline gelirken kendi “yazar imajını” da pazarlamayı başarmıştır. LA Review of Books’a göre: “Caroline Calloway bize medya kültürünü, kendine marka yaratmayı, gig economy içinde kendi adını satmayı gösteriyor.” Yani Calloway, yalnızca metin yazmaktan öte, yazarlığı da “paylaşılabilir içerik üreticisi” rolüne dönüştürmüştür.

2. Allie Rowbottom: Rowbottom’un romanı Aesthetica, Instagram kültüründe popüler bir influencer olan bir karakteri odağına alarak, “kendi markasını inşa eden birey” temasını edebiyata taşır. Romanın anlatım dili, sosyal medya dilini estetik bir araç olarak kullanır.

3. Indie yazarların sosyal medya parkurları: Son dönemde pek çok bağımsız yazar (indie author), Instagram ve TikTok gibi mecralarda aktif olarak kendi kitaplarını tanıtmayı öğrenmiş durumda. Ya da üzerine içerik üreterek okuyucuyla doğrudan ilişki kuruyor: “Bir yazar artık yalnızca yazan değil, aynı zamanda sosyal medya platformlarında görünür kendi markasını inşa eden bir aktör.”

4. Jane Friedman: Friedman gibi yayıncılık danışmanları, yazarlığın artık sosyal medya varlığıyla doğrudan ilişkili olduğunu tartışıyorlar. Yazarların görünürlüğü, satış performanslarından bile daha önemli hale geliyor: “Yazarlar, kitaplarını tanıtmak için sosyal medyada aktif olmak zorunda — görünmezseniz, satamazsınız.”

Bu örnekler, Brouillette’in “yaratıcı endüstri” içinde yazarın nasıl bir ekonomik aktöre dönüştüğünü somutlaştırıyor. Online görünürlük, içerik üretimi ve marka inşası, artık edebiyat üretiminin vazgeçilmez unsurları haline gelmiş durumda. Türkiye bağlamında da benzer örnekleri düşünürsek, bu dönüşümün eksik kaldığını ya da farklı biçimlerde ortaya çıktığını tartışabiliriz.

Türkiye’de Yaratıcı Ekonomi ve Yazarlığın “Eksik” Markalaşması

Brouillette’in işaret ettiği dönüşüm, yani yazarın yalnızca edebi metinle değil, kendi imajı ve markasıyla da var olması, Türkiye’de oldukça sınırlı biçimde gerçekleşti. Bunun birkaç nedeni var: kültürel kodlarımız, yayıncılık endüstrisinin yapısı ve “edebiyat” kavramına yüklenen anlam. Yabancı örneklerde gördüğümüz sosyal medya üzerinden kendini kuran, içerik üreterek okurla birebir temas eden, markalaşan yazar figürü, bizde ancak çok sınırlı örneklerle varlık gösterebildi.

Edebiyatın “ağırbaşlılık” geleneği: Türkiye’de edebiyat, uzun süre “yüksek kültür” kategorisine ait sayıldı. Roman yazmak, şiir yayımlamak, hem estetik hem de “ciddi” bir toplumsal sorumluluk olarak algılandı. Bu nedenle yazarın sosyal medyada kendini görünür kılması ya da metin dışı mecralarda markalaşması, çoğu kez “hafiflik” ya da “popülerlik kaygısı” ile özdeşleştirildi. Örneğin Orhan Pamuk, uluslararası alanda kazandığı Nobel sonrası bile, sosyal medya üzerinden bir kimlik inşa etmeyi seçmedi. Bu tercih, aslında Türkiye’de yazar figürüne atfedilen ağırbaşlılığın devamıdır.

Sosyal medyanın sınırlı etkisi: Elbette istisnalar vardır. Elif Şafak, yalnızca metinleriyle değil, Twitter ve Instagram üzerinden kurduğu küresel kimlik sayesinde, Batı medyasında da görünür olmayı başarmıştır. Ancak Şafak örneği bile, Türkiye’de kimi kesimlerce hâlâ “fazla popüler”, “fazla dışa dönük” olmakla eleştirilir. Bir yazarın kendi markasını inşa etmesi, geniş kitlelerce kabul gören bir stratejiye dönüşmemiştir. Daha çok genç kuşak şair ve öykücüler, sosyal medya üzerinden kendi okur çevrelerini yaratmaya çalışsa da bu hâlâ bireysel ve dağınık girişimlerden ibarettir.

Yayıncılık endüstrisinin payı: Türkiye’de yayınevleri, yazarların markalaşma süreçlerinde Batı’daki kadar aktif değildir. Anglo-Sakson dünyasında yayınevleri, yazarın yalnızca metinlerini değil, imajını da paketleyerek sunar; basın turneleri, podcast’ler, sosyal medya kampanyalarıyla yazarı “ürün” gibi pazarlamayı bilir. Türkiye’de ise yayınevleri genellikle kitabın kendisini öne çıkarır, yazarı ise geri planda bırakır. Bu durum da Brouillette’in tarif ettiği “yaratıcı ekonomi” modelinin yerleşmesini engeller.

Özetle: Bizde yazarların büyük kısmı hâlâ metnin kutsallığına yaslanır. Bu, bir yönüyle edebi derinliği koruyan bir tavır gibi görünebilir; ama öte yandan, Türk edebiyatının küresel dolaşımda sınırlı kalmasına da katkıda bulunur. Çünkü çağımızda görünürlük yalnızca metnin gücüne değil, yazarın kendini nasıl sunduğuna, hangi mecralarda var olduğuna, okurla nasıl temas kurduğuna bağlıdır. Türkiye’nin edebi çevresel konumunu anlamak için bu eksikliğin altını çizmek gerekir.

Eksikliğin Bedeli ve Geleceğe Dair İhtimaller

Türkiye’de yazarların “yaratıcı ekonomi”nin gerektirdiği biçimde markalaşmaması, hem bireysel kariyerler hem de edebiyatın küresel dolaşımı için bir sınır çiziyor. Brouillette’in tarif ettiği yeni edebiyat ekosisteminde görünürlük, kitabın raflardaki ömründen çok daha uzun, çok daha farklı mecralarda üretiliyor. Yazarın konferanslarda, podcastlerde, sosyal medyada, çevrim içi okuma gruplarında var olması, eserin dolaşımını katbekat artırıyor. Türkiye’de bu eksiklik, edebiyatın sınırlarını ulusal çerçeveye hapsetme riskini doğuruyor. Oysa edebiyatın evrensel sesini duyurmak, bir tek Nobel’le ya da büyük projelerle mümkün değil; yazarın kendisini bir kültürel aracı olarak yeniden kurmasıyla da ilgili.

Bu eksiklik, aslında bir bedel de içeriyor: Türk edebiyatının küresel dolaşıma en çok giren isimleri —Orhan Pamuk, Elif Şafak, Yaşar Kemal— belli ölçülerde bu markalaşma sürecine dahil olmuş ya da yayınevlerinin uluslararası stratejilerinden yararlanmış yazarlar. Geri kalan büyük çoğunluk ise kendi sınırları içinde tanınan, ama dünya edebiyat piyasasında görünmez kalan isimler. Yani mesele salt edebi nitelik değil; edebiyatın günümüz iletişim araçlarıyla nasıl dolaşıma sokulduğu.

Peki, bu tabloyu değiştirmek mümkün mü? Aslında evet. Yeni kuşak yazarlar, sosyal medyanın gücünü edebiyatla bütünleştirmeye daha yakın duruyor. YouTube üzerinden canlı okuma yapan, Instagram’da kısa öykülerini paylaşan, Twitter’da metinlerini tartışmaya açan genç yazarlar, kendi mikro-çevrelerini yaratmaya başladılar. Henüz küçük, dağınık ve çoğu zaman amatör görünümlü olsa da bu pratikler, gelecekte Türkiye’de de Brouillette’in sözünü ettiği “yaratıcı endüstri”nin nüvelerini oluşturabilir.

Öte yandan, bu dönüşüm yayıncılık sektörünün de yeniden yapılanmasıyla mümkün. Yayınevlerinin yazarı bir “imaj” olarak kurmayı, onu uluslararası etkinliklere taşımayı, dijital mecralarda desteklemeyi bir strateji hâline getirmesi gerekiyor. Ancak o zaman, Türk edebiyatı küresel piyasanın periferisinde değil, daha merkezî alanlarında da görünür olabilir.

Son kertede, mesele şuna varıyor: Yazarlık artık kalemden mürekkep değil, biraz ekranla da yapılan bir iş. Kimi için bu, edebiyatın ruhuna aykırı bir “ticarileşme” gibi görünebilir; ama gerçekte, edebiyatın dünyada dolaşabilmesi için yeni koşulların kabulü ve yeni yöntemlerin öğrenilmesi demek. Türkiye’nin edebiyatı, kendi derinliğini korurken bu mecralara açılabilecek mi, işte asıl mesele bu.

Velev'i Google Haberler üzerinden takip edin

ÖNERİLEN İÇERİKLER