Dubravka Ugrešić, otuz yıl boyunca kendi isteğiyle sürgünde yaşamış, kültürel bir muhalif olarak anti-entellektüalizme, baskıya, eşitsizliğe ve milliyetçiliğe karşı kalemini hiç bırakmamış bir ses…
Ugrešić’in romanlarından denemelerine uzanan üretken yazarlığı, sanal fan topluluklarının yükselişinden Yugoslavya’nın parçalanma savaşlarına, kültürel nostaljiden yayınevlerinin iç çalkantılarına kadar pek çok temayı cesaretle kucaklıyor.
2023 Mart’ında hayatını kaybeden Ugrešić’in son kitabı A Muzzle for Witches (Cadılara Ağızlık), Amerika’da okura ulaştı. Hırvatçadan İngilizceye çevirisini Ellen Elias-Bursać gibi, Balkan edebiyatının önemli yazarlarını İngilizceye aktaran deneyimli bir çevirmen üstlendi. Kitap, Ugrešić ile edebiyat eleştirmeni Merima Omeragić arasında gerçekleşen derinlemesine bir söyleşinin akıcı ve dikkatle düzenlenmiş bir kaydı olarak okuyucuya sunuldu.
Türkiye’de de benzer tartışmalar, özgür düşüncenin sınandığı alanlarda sürerken, Ugrešić’in kalemi bize otoriter söylemlere ve kutuplaştırıcı politikalara karşı nasıl direnç gösterilebileceğine dair önemli bir rehberlik sunuyor.
Kültürel Şiddet, Edebi Sürgün ve Ortak Zemin Arayışı
Ugrešić’in kitabı yedi bölümden oluşuyor. Bu bölümlerde, yaşamı boyunca üzerinde durduğu temel meseleleri, kimi zaman alaycı kimi zaman kırgın ama hep berrak bir dille yeniden ele alıyor. Söyleşiyi yöneten Merima Omeragić’in kısa ama yerinde sorularıyla şekillenen metin, üç temel mesele etrafında yoğunlaşıyor: Yugoslavya’nın parçalanmasından sonra Hırvat milliyetçiliğinin yeniden yükselişi, kadın yazarların marjinalleştirilmesi ve çağdaş edebiyatın meçhul geleceği.
Bu üç alan, yalnızca Ugrešić’in yazın hayatını değil, aynı zamanda sürgünde geçirdiği otuz yılın da temelini oluşturuyor. Kitabı okurken bir yazarın kendi ülkesine karşı sevgiyle karışık bir öfke taşıdığını, ama asla kör bir aidiyetle konuşmadığını hissediyoruz. Onun eleştirisi yalnızca Hırvatistan’a ya da eski Yugoslavya’ya değil, modern dünyanın kültürel hastalıklarına da yöneliyor.
Bu noktada Türkiye’yle kurabileceğimiz benzerlikler yadsınamaz. Biz de kültürel parçalanmaların, dilsel ayrışmaların, kutuplaşmanın ve kadın seslerinin bastırılmasının tam ortasındayız. Nasıl ki Yugoslavya’nın kültürel sahnesi etnik ve ulusal “kabilelere” bölündüyse—Sloven, Hırvat, Boşnak, Sırp, Makedon, Karadağlı, Arnavut—biz de benzer bir şekilde kimlikler üzerinden kültürel alanı daraltan, bölüp küçülten bir dönemden geçiyoruz. Üstelik bu bölünmeler sadece kimliklerle sınırlı değil; sınıflar, inançlar, bölgeler, hatta estetik tercihler bile artık birer sınır çizgisine dönüştü.
Ugrešić’in, “Sırp-Hırvatça’nın dört ayrı dile bölünmesi”ni “kültürel bir şiddet” olarak tanımlaması, Türkiye’de de son yıllarda dile getirilen benzer kaygıları akla getiriyor. Ortak bir kültürel zemin yerine sürekli yeni ayrımlar icat etmek, geçmişle sağlıklı bir bağ kurmak yerine onu kendi çıkarımıza göre yeniden kurgulamak… Bu da edebiyatın ve düşüncenin ortak zeminde yeşermesini neredeyse imkânsız kılıyor.
Milliyetçilik, Hafıza Kıyımı ve Edebiyatın Cadı Kazanı
Ugrešić’in tanımına göre, milliyetçilik her zaman bir “entelektüel intihardır.” Ve bu intiharın ilk kurbanı kültürün kendisidir. Çünkü milliyetçilik, kültürü kapsayıcı değil, dışlayıcı bir zemine oturtur. Etnik saflık ilkesine dayanan bir kültürel yapı ise en başından çürük temellere sahiptir. Ugrešić’in deyişiyle bu, “kültürün ve gündelik kültürel pratiklerin tüyler ürpertici bir şekilde taşralaşması”dır.
1990’larda yükselen Hırvat milliyetçiliğiyle birlikte, Yugoslav geçmişe dair her şeyin sistematik olarak silinmeye çalışıldığına tanıklık ettik. Kütüphanelerden “Hırvat olmayan” kitaplar çıkarıldı, Yugoslav kimliğini çağrıştıran edebi eserler yok sayıldı, kimi zaman da fiilen yakıldı. Ugrešić bu süreci “kültürel kitap kıyımı” (cultural libricide) olarak tanımlar. Bu yalnızca bir ideolojik temizlik değil, aynı zamanda kolektif hafızaya yapılan bir saldırıdır.
Bugün Türkiye’de de benzer mekanizmaların izini sürmek mümkün. Farklı dönemlerde, değişen iktidar yapılarıyla birlikte, edebiyat kanonunun kimlerden oluşması gerektiği sürekli yeniden yazıldı. Bir dönemin itibarlı yazarları diğerinin “sakıncalıları” oldu. Kitaplar sansürlendi, bazı yazarlar devletin desteklediği edebiyat etkinliklerinden dışlandı ya da tamamen görmezden gelindi. Hele ki kadın yazarlar söz konusu olduğunda bu dışlanma sadece ideolojik değil, aynı zamanda cinsiyetçi bir damarla da birleşti.
Ugrešić, milliyetçi kültürel politikaların yarattığı bu kuşatılmış ortamda, kendisine “Hırvat yazar” denilmesini reddettiği için edebi kanondan silindi. Üstelik bu yalnızlaştırma sadece resmi kurumlarla sınırlı kalmadı. Medyada, özellikle de milliyetçi eğilimli gazetelerde, Ugrešić ve onun gibi feminist yazarlar sistematik şekilde “cadı” ve “hain” ilan edildiler. “Cadı avı” metaforu burada yalnızca mecazi değil; gerçekten de başka türlü düşünen, başka türlü yazan herkes şeytanlaştırıldı.
Türkiye’de de geçmişten bugüne benzer “cadı avları” yaşandı ve yaşanıyor. 1980 sonrası dönemin, 1990’lardaki kültürel kamplaşmaların ve özellikle 2010’lardan itibaren hız kazanan entelektüel tasfiyelerin merkezinde, tıpkı Ugrešić’in yaşadığı gibi, yalnızlaştırılan, ötekileştirilen pek çok yazar, çevirmen, akademisyen ve sanatçı yer aldı. Ve bu sürecin kadınlara yönelik olanı, hem daha acımasız hem de daha sistematik biçimde yürütüldü.
Sürgün, Deformasyon ve Kadın Yazarlığın Görünmezliği
Bu kesintisiz şeytanlaştırma kampanyası, Ugrešić’i 1993’te Hırvatistan’ı terk etmeye mecbur bıraktı. “Seçebileceğim tek şey, artık bana ait olmayan bu kültürel toprakları terk etmekti. Yetenek ölçütünün kan grubuyla belirlendiği bir edebiyata ait olmak bana ahlaken aşağılayıcı geliyor,” diyordu. Bu cümle, sadece bir bireyin kırgınlığı değil, aynı zamanda edebiyatın ulusal sınırlarla hapsedilmesine karşı bir isyandı.
Ugrešić uzun yıllar Hollanda’da yaşadı ve kendisini ısrarla “ulusötesi” ya da “ulus-sonrası” bir yazar olarak tanımladı. Ancak ne var ki, Hırvat resmi kültürel çevrelerinden gelen bitmek bilmeyen otuz yıllık husumet, onun için hep anlaşılmaz kaldı. Sürgün sadece fiziksel değil; yazınsal ve ahlaki bir tecrit haliydi.
Bu yabancılaşma, Ugrešić’in kendi deyimiyle “deforme” bir bakış açısının doğmasına neden oldu. Aslında “deformasyon” suçlaması, erkek bir Hırvat yazarın eleştirisinden alınmıştı—onun “garip biçimde bozulmuş bir optiği” olduğunu söylüyordu. Ne var ki, bu bozulma, edebi bürokrasinin erkek egemen normlarına göre tanımlanmıştı. Ugrešić’in perspektifi, yalnızca o normları tehdit ettiği için “anormal” sayılıyordu.
Kadınların edebiyattaki görünmezliği Türkiye’de de Ugrešić’inkiyle örtüşen yollar izliyor. Okullarda okutulan yazar listelerine, edebiyat ödüllerinin sahiplerine ya da edebiyat eleştirisi alanındaki temsile baktığımızda, kadın yazarların yokluğunu değil, yok sayılışını görürüz. Erkek edebiyatı, bir tür “doğal” edebiyat olarak konumlandırılırken, kadın yazarlar hâlâ “kadın edebiyatı” etiketiyle daraltılmış bir alana itilmekte. Ugrešić’in söylediği gibi: “Erkek Hırvat edebiyatı hâlâ kürsüsündeki yerini koruyor. Ama buna erkek edebiyatı denmiyor, sadece edebiyat deniyor.”
Bu yalnızca bir temsil sorunu değil; bir epistemik iktidar sorunu. Kimin yazdığına, ne yazabileceğine, hangi sesin “edebiyat” sayılacağına kim karar veriyor? Türkiye’de de bu sorular hâlâ yakıcı biçimde karşımızda duruyor. Ve bu nedenle Ugrešić’in ısrarla savunduğu “ulusötesi yazarlık” fikri, bugün bizim için yalnızca edebi değil, politik de bir tercih haline geliyor.
Sınırların Ötesinde Yazmak: Sürgün, Sessizlik ve Deforme Bakış
Ugrešić, yazarlık kariyeri boyunca erkek meslektaşlarının küçümseyici tutumlarıyla sürekli karşılaştığını açıkça dile getiriyor. Özellikle ilk romanı Steffie Cvek in the Jaws of Life (Steffie Cvek Hayatın Kıskacında) yayımlandıktan sonra, edebiyat kuramından kurguya geçmesi erkek meslektaşlarınca “ciddi” bir tercih olarak görülmemişti. Ünlü bir erkek yazarın, onun politika yerine “edebi örgü ve tığ işi”yle uğraşmasının daha uygun olacağını söylemesi, Ugrešić’in yaşadığı cinsiyetçi dışlamanın zirve noktalarından biriydi.
Bu hikâye Türkiye’de de fazlasıyla tanıdık. Kadın yazarların “hafif” konularla uğraştığı, erkeklerin ise “büyük meseleler”in anlatıcısı olduğu fikri, hâlâ birçok çevrede geçerliliğini koruyor. Kadının yazısı çoğu zaman ya “kişisel” diye küçümseniyor ya da “hassas” olduğu için “ev içi”ne mahkûm ediliyor. Oysa edebiyatın kişisel olanla kamusal olanı ayırmadığı, tam tersine ikisini iç içe geçirdiği düşünülürse, bu küçümseme aslında yalnızca kadınlara değil, edebiyatın kendisine de bir hakaret.
Ugrešić’in daha da acı olan gözlemi ise şu: Kadınların büyük çoğunluğu bu erkek egemen bakış açısını fark edemiyor, hatta içselleştiriyor. Türkiye’de de edebiyatın “ciddi” konularını yazan kadınların bile, erkek onayına göre şekillenmiş bir dile ve konumlanmaya ihtiyaç duyması nadir rastlanan bir durum değil.
Buna ek olarak, Ugrešić Hırvat medyasının kadınlara biçtiği rolleri de sorguluyor: Sessiz, alçakgönüllü, görünmez, mümkünse ölü ya da hiç yaşamamış gibi bir kadın. Sembolü ise “garson kız” — güler yüzlü, itaatkâr, sınırlı. Bu tablo bize de yabancı değil. Medyada, dizilerde, hatta kimi zaman kadınların kendi yazılarında bile ideal kadın figürü hâlâ hizmet eden, kendini geri çeken, anlatmayan, susan bir tip olarak yüceltiliyor.
Ve Ugrešić bu tabloyu besleyen derin yapıların başına İbrani inancı koyuyor: Kadınların özgüvenini sistematik şekilde kıran, onları erkeğe tabi kılan, itaat kültürünü kutsayan geleneklerin bin yıllık etkisini inkâr etmeden. Türkiye gibi, dinin hem bireysel hem siyasal düzeyde gündelik hayatın merkezinde olduğu bir ülkede bu saptama elbette çok daha katmanlı ve çetrefilli. Ama kadınların her alanda karşılaştığı sistematik eşitsizliğin kültürel ve dinsel kodlarla nasıl perçinlendiğini görmek için uzağa gitmeye gerek yok.
Edebiyatın Facebook’laşması ve Satın Alınamayan Okurlar
Dubravka Ugrešić’in düşüncesine göre, etno-dinsel milliyetçilikle kadın düşmanlığı birbirinden ayrı düşünülemez; ulusal edebiyatlar da bu yapının içinde kaçınılmaz olarak ataerkildir. Bugün bile kültürel ürünlerin çoğu, kadını mağdur pozisyonuna sıkıştırmaya devam ediyor. Ancak Ugrešić’in önerdiği çözüm reçetesi yok—çünkü böyle köklü bir sistemi değiştirmek için zaman, sabır ve ısrarlı bir çaba gerekiyor. Son otuz yılda milliyetçiliğin gübrelediği bu patriyarkal yapı öylesine kök saldı ki, kolayca sökülebilecek gibi değil.
Yalnızca milliyetçilik ve cinsiyetçilik değil, edebiyatın geleceği konusunda da karamsar. Popülizm, sanatı destekleyecek tüm yapıları aşındırmış durumda. Ugrešić’in uyardığı üzere, toplumda bir “kültürel barbarlaşma” yaşanıyor. Geleneksel söylemlerle—yerel ezgiler, halk dansları, folklorik enstrümanlarla—temsil edilen bu yeni ideolojik ortam, edebiyatı içeriğiyle değil, işlevselliğiyle değerlendirmeye zorluyor.
Üstelik bu tablo sadece ideolojik değil; ekonomik. Artık edebiyatın değeri, estetik ya da eleştirel derinlikten çok pazar kabiliyetiyle ölçülüyor. Eleştirmenler, akademisyenler değil, dağıtımcılar, menajerler ve yayıncılar belirliyor hangi kitabın görünür olacağını. Yazarlar da bu düzenin birer “çok görevli marka elçileri”ne dönüşmüş durumda. Ugrešić bu durumu şöyle özetliyor: “Pazarlanabilir olmak, edebiyatı değerlendirmenin yeni kriteri.” Bu tespiti biraz abartılı ya da nostaljik bulanlar olabilir, ama söyledikleri kulağa yine de tanıdık geliyor. Edebiyat, özellikle genç kuşaklara ulaşmak adına bir “sosyalleşme aracı”na dönüşürken, bir bakıma Facebook’laşmış durumda. Bu kötü mü? Belki değil. Ama başka bir edebiyat mümkündü sanki…
Ugrešić’in bazı saptamaları zaman zaman abartılı ya da kolaycı olabilir. Ama asıl gücü, edebiyatın uğradığı dönüşüme karşı duyduğu ısrarcı huzursuzlukta yatıyor. Eleştirmenlerin ağırlığını kaybettiği, herkesin “iyi edebiyat” hakkında fikir beyan edebildiği bu dönemde, “eleştirel düşünce artık önemli değil” demesi, aslında bir tür çağrı: “Satın alınamayan okurlar” için hâlâ yazılabilir mi?
Türkiye’de de benzer sorularla boğuşuyoruz. Hangi kitaplar görünür? Kim hangi ödülü alır? Eleştiri neden artık yalnızca tanıtıma dönüşüyor? Tüm bunlar yalnızca ekonomik değil, ideolojik sorular…
Ugrešić’in sunduğu alternatif ise ulus ötesi bir edebiyat fikri. Tek bir geleneğe ya da kültüre ait olma zorunluluğunu reddeden bir yazarlık hali. Farklı anlatılar arasında özgürce dolaşma, bağlanmadan, ama bağ kurarak yazma… Bu yaklaşım, Türkiye’de sıkışmış hissetmeye başlayan birçok yazar ve okur için de ferahlatıcı olabilir.
A Muzzle for Witches’in son bölümünün başlığı anlamlı: “Yok Oluşun Hüznü.” Bu bölümde Ugrešić, edebiyata olan inancını dile getiriyor: “Edebiyat, erkek ya da kadın yazar egolarının oyuncağı değildir. Edebiyat, benimle satın alınamayan okurlarım arasındaki iletişimdir—kim olurlarsa olsunlar, nerede olurlarsa olsunlar.”
Bu vizyon tamamlanmamış bir “edebi perestroyka” olarak kalmış olabilir. Ama onun arayışı hâlâ çok canlı. Belki de bize düşen, bu arayışı sürdürmek. Yeni biçimlerde, yeni dillerle, ama hep “satın alınamayan okurlar” için.