Kişi yahut ülke, niçin devşirmeden medet umar? Gevelemeden söyleyeyim: sıkıştığından… Hadi bunu, daha münasip bir dille söyleyeyim: Sahip oldukları amaçladıklarına yetmeyeceğini anladığında… İtiraf etmeli ki, azıcık “hile” ile “kurnazlık” arasında bir yerde duruyor. Pek pragmatik...
Paris Olimpiyatları’nı, gönüllü olarak yahut mecburen, izlemeyen yoktur, sanırım. Son Akşam Yemeği temalı açılışı ayrı tartıştık, transfer dedikodularını ayrı… Erkek olduğu ileri sürülen Cezayirli boksör Imane Khelif’i ayrı… Bir altın madalya almadan dönüşümüzü ayrı…
Tartışmaya değer bulmadığımız bir şey vardı ama: Devşirme!
Avrupa Futbol Şampiyonası’nda da yaşanmış ve teğet geçilmişti. Alman Ulusal Takımı’nda oynayan Mesut Özil mesela… Yahut İspanyol Mario Gomez… Şampiyon Portekiz’in “büyük sükse” yapan Nani’sini hatırlayalım. Nereli? Yeşil Burun Adalı… Neresi mi burası? Hemen söyleyeyim: Atlas okyanusunda, Senegal ile Moritanya açıklarında bulunan bir Afrika ülkesi… Peki, ya Pepe? Kökeni: Brezilya…
Örnekleri çoğaltıp canınızı sıkmak istemem. Derdim, vaktiyle Osmanlı’nın da başvurduğu bu devşirme merakının günümüzde daha çok rağbet gördüğüne ve artık neredeyse hiç tartışılmadan kabul edildiğine dikkat çekmek. Ve buradan “roman”a ulaşmak…
Hırsızın Günlüğü…
Kişi yahut ülke, niçin devşirmeden medet umar? Gevelemeden söyleyeyim: sıkıştığından… Hadi bunu, daha münasip bir dille söyleyeyim: Sahip oldukları amaçladıklarına yetmeyeceğini anladığında…
İtiraf etmeli ki, azıcık “hile” ile “kurnazlık” arasında bir yerde duruyor. Pek pragmatik…
İkinci Dünya Savaşı ve takip eden yıllarda, önce Fransa’da, sonra Almanya’da, en çok tartışan şey şuydu: Roman öldü mü?
O döneme kadar Anatole France’ı, Emile Zola’yı, Alexandre Dumas’yı, Gustave Flaubert’i, Andre Gide’i, Marcel Proust’u yaratan Fransız edebiyatı, belirli bir geleneğe sahip olmasına rağmen, farklı yahut başka bir edebiyatı arzulamaktaydı. Üstüne aynı gömleği, aynı pantolonu giyen, bir ağızdan konuşan romanlar sıkmaktaydı canlarını…
İlk tepki, varoluşçulukla geldi. Murat, edebiyata felsefe aşısı yapmaktı sanki… Nitekim “Bulantı” (J.P. Sartre), “Yabancı” (A. Camus) tam da bu dönemde okurla buluştu.
Felsefenin yaratacağı doz aşımından korkanlar da Jean Genet’ye sarıldılar. Bilhassa “Hırsızın Günlüğü”ne… Genet’yi pek “kirli” yahut “lanetli” bunlar da can simidini Nathalie Sarraute’ta buldular.
“Yeni Roman” filizlendi sonra günden güne… Bir eksik olarak saptadıkları “dünyanın hızına yetişememe” meselesini, bambaşka “anlatım yöntemleri” ile çözme umudundaydılar. Yaşamın çoğulluğunu, karmaşıklığını yansıtmak… Ve tabii biçim, ille de biçim…
Yıkım Edebiyatı…
İkinci Dünya Savaşı öncesi ve sonrasında Almanya’da roman, bir tür topluma tutulmuş “ayna”ydı. Toplumsal, politik olayları, dönemsel sorunları ve sıradan insanın yaşamını yansıtmakla yükümlüydü. Bu yoldaki üretimleri, ‘Trümmerliteratur’, ‘Kahlschlagliteratur’ veya ‘Stunde Null’ gibi değişik adlar altında tanımlamayı tercih ettiler. Karaborsacılar, savaş kurbanları, kaçaklar ve bir şekilde yurtsuz evsiz kalmışlar giriverdi birden romana…
Wolfgang Borchert, barış adına taşıdığı samimi ve tutkulu bayrak, çok rüzgâr almasa da, o bayrağı ileri, çok ileri götüreceklere (Günther Grass gibi, Heinrich Böll gibi, Arno Schmidt gibi), pek bereketli bir toprak sundu. Thomas Mann, sırtını Goethe’ye dayayarak, “Doktor Faustus”ta bir bestecinin, aşk ve ahlaki sorumluluğu sanatsal yaratıcılık uğruna reddedişi anlattı.
Hitler, edebiyatı sıkı bir denetime tabii tutmuştu yıllarca… Toplama, yasaklama ve yakılma vaka-i adiyedendi. Bu sebeple yaklaşık yarım milyon insan ya ülkesine terk etmişti ya da ülkesinden kovulmuştu. İçlerinde yaklaşık 5 bin kültür emekçisi, 2500 gazeteci, yazar ve yayıncı vardı.
Alfred Döblin, Anna Seghers, Vicki Baum, Erich Maria Remarque, Thomas Mann, Stefan Zweig, Kurt Tucholsky ve elbette Bertolt Brecht ilk aklıma gelenler…
Ancak Goethe, Schiller, Hölderlin gibi, Brecht gibi devleri yetiştirmiş bir ülke… Kant, Marx, gibi, Nietzsche gibi filozları yetiştirmiş bir ülke… Yıkımdan sanayi ve teknoloji devliğine terfi etmiş bir ülke, yine de arayış içindeydi, roman bağlamında… Başka ülkelerden, egzotik iklimlerden roman devşirme derdinde…
Nitekim tipik örneklerine bugün hâlâ tesadüf etmekteyiz. Yoksa Akif Pirinççi’yi, Feridun Zaimoğlu’nu, Zafer Şenocak’ı, Emine Sevgi Özdamar’ı, Osman Engin’i başka nasıl açıklayabiliriz ki…
İki temek mottoları vardı “devşirme”, daha esnek haliyle, “göç edebiyatı” için söyledikleri: a.) edebiyatın vatanı yoktur, b.) yeni bir edebiyat geleneği oluşturmak!
“Huzur”la Başlayan Huzursuzluk…
Her iki ülke edebiyatında da ortak paydalar var aslında: Yeni geleneği ya yıkmaya çalışıyor ya da öteliyor. Yaşlılar baskı yahut akla gelebilecek yöntemlerle gençlerin ağızlarının payını vermeye çalışıyor, gençler de ısrarla uzlaşmadan kaçınıp, mızmızlanmadan, yüksünmeden, yorulmadan üretiyor ha üretiyorlar. Kaba özet bu…
Sürekli bir devinim… Ayağı yere basan tartışmalar… Buradan türeyen teoriler ve akımlar… Başdöndürücü bir süreç bu.
İşte ütopyacı Herman Hesse’nin “Boncuk Oyunu”nu bu sürece borçluyuz. Max Frisch’in “Homa Faber”ini, Uwe Johnson’un “Jakop Hakkındaki Dedikodular”ını, Fritz Habeck’in “Die Herren Söhner”i (Tanrının yahut Efendinin Oğulları diye çevirebiliriz), Robert Edler von Musil’in “Niteliksiz Adamı”nı da ekleyebiliriz, borçlar hanesine…
Peki, bizde durum ne? Köy romanı dolayımında bir tartışma, yıllar yıllar önce yapılan… Baharatı eksik, az pişmiş bir “roman öldü mü?” tartışması… Oradan Uğur Mumcu’nun Cumhuriyet gazetesinde yaptığı dizi röportajlara uzanıyoruz. Ferit Edgü’nün, Ahmet Oktay’ın, Aziz Çalışlar’ın, Muzaffer Erdost’un, Tahsin Yücel’in dahil olduğu… Derken “Tan” dergisinde Enis Batur’un çabasına geliyor sıra: “Nerede? Hangi Roman? Nasıl?” ve “Roman Sürüyorsa Nasıl Sürüyor? Nasıl Sürecek?
Ve nihayetinde postmodern roman! “Kara Kitap”la (Orhan Pamuk) iyice harlanan çok dilli bir ateş… Bir ucundan “Taormina”yla, “Kuyu”yla, “Fehmi K.’nın Acayip Serüvenleri”yle Hilmi Yavuz’un, diğer ucundan Emre Kongar’ın “Hocaefendinin Sandukası” ile dâhil olduğu…
Tanpınar’ın “Huzur”uyla başlayan huzursuzluk (!) ve takibinde Elif Şafak’ın “Havva’nın Üç Kızı”na kadar uzanan, bazen kopan, bazen üst üste binen, bazen girintili, kaygan, bazen buz gibi, yapışkan, bazen tatsız tuzsuz, bazen parmak ısırtan örneklerle dolu bir süreç…
Büyük Bir Bedenin, Konuşkan Uzuvları…
Bir yazarın, eğer uzun sayılabilecek bir üretim süreci varsa, değişen hayat koşulları çevresinde, farklı farklı evreler geçirmesi olasıyken… Üstelik üretim ve dolaşım aşamasında eskiye oranla karşısına çıkacak engeller daha azken… Dünyanın acılarına her zamankinden daha çabuk ulaşılıyorken… Sanırım, temel sancı, aynılaşmaktan bıkmamış olmak! Günümüz gençleri, büyük bir bedenin, konuşkan uzuvları gibi… Son bir yılda yayımlanan 10 genç yazarın 10 farklı romanından, 10’ar sayfayı, belli bir kurguyla yan yana getirsem, muhtemelen belirgin bir üslup farkı görülmeyecek. Konular arasından uçurumlar oluşmayacak. Kurgu bozulmayacak.
Elbette her genelleme, ileri sürdüğüm sav da, her toptancı fikir gibi eksik ve sakat… Murat Uyurkulak’ın “Tol”u bir istisna mesela… Hakan Günday’ın “Kinyas ve Kayra”sı… Barış Bıçakçı’nın “Sinek Isırıklarının Müellifi”… Beş, bilemediniz on kitap da siz ekleyin listeye… Ama manzara çok değişmiyor. Çünkü devasa bir yap-boz’un iyi korunmuş, vaktinde yerini almış parçaları bunlar.
Yazarın üslubundan çok, meramını kendi cümleleriyle dilimize aktaran çevirmenlerin çokluğunu düşünerek, acaba böylesi kitapları, “devşirme eser” olarak görmek mi gerekir, diye düşünüyorum epeydir. Ve bunları pazar payından kaptıkları dilimle kıyaslıyorum ister istemez. Peynir ekmek gibi satılan “Grinin Elli Tonu”nu mesela… Jojo Moyes’in “Senden Önce Ben”ini… John Gren’in “Aynı Yıldız Altında”sını… Sarah Jio’nun “Böğürtlen Kışı”nı… Vs. vs. Beyhude çırpındığımı, havanda su dövdüğümü biliyorum. Devşirmenin tarif edemediğim şekilde olmadığını da biliyorum. Biliyorum da, karaborsacılar üzerine yazılmış Alman romanlarını, sömürgecilik üzerine yazılmış Fransız romanlarını düşündükçe, canım acıyor. Bir çırpıda, oraya buraya bakmadan, bana, Kürtlerin varoluş mücadelesini yahut seslerini pek duymadığımız Bulgaristan Türklerinin uyum sorunlarını betimleyen beş roman sayabilecek kaç kişi var aramızda, merak etmiyor değilim. Peki, şu darbe girişimini romanına “malzeme” yapacak yahut ona “başrol” verecek kaç romancı var?
Vaktiyle, 80’li yılların başıydı sanırım, Adalet Ağaoğlu “kaset hikâye” ve “kaset roman”dan söz etmişti. Ve yarım yamalak hatırladığım şu vurguda bulunmuştu: “Bir romanı bize kendi sesimiz değil, başka bir ses okuyacak.” Öyle mi?