Cebindeki 300-400 kelime ile halkın çerez ihtiyacını karşılayanlar

Ezber tekrarlarını seviyoruz. Yeni korkutuyor. Hakikat acı. Geçmiş güzel. Dile merakımız yok. Birbirimizi nadiren anlıyoruz. Ama yaşamak bedava.... O halde müstahak bize! Her ne ise...

Melih Cevdet Anday, gençliğinde yazdığını, her nedense kenarda kaldığını düşündüğüm bir şiirinde der ki:

Hayvanlar konuşmadıkları için

Kim bilir ne güzel düşünürler

(Ellerimiz Gibi)

Sahiden konuşmaz mı hayvanlar? Sahiden kötü düşünmezler mi hiç?

Ne sosyoloğum, ne de zoolog… Bu itirafa sığınarak, rahatlıkla atıp tutabilirim: Su katılmamış şifahi bir toplum olarak sanatla buluşma ihtimalimiz, mümkün şöyle dursun imkânsıza yakın!

Böyle mesnetsiz (!) bir savı, YAYFED’in Nisan 2023 verilerini açıkladığı günün ertesinde söylemek, düpedüz abesle iştigal bir durum aslında. Öyle ya, yalnız Nisan ayında 24 milyon 383 bin 833 kitap basılmış ve 2022’de toplam 380 milyon 296 bin 402 bandrol satın alınmış… Zil takıp oynayacağım yerde, bas bas bağırıyorum:

Henüz yazılı kültürde mesafe kat edebilmiş değiliz!

İsteseler de, istemeseler de Osmanlıca…

Anımsar mısınız, takvim yaprakları 26 Ağustos 2005’i gösterdiğinde Mehmet Şevket Eygi, Milli Gazete’de “Şifahîlikten Medeniliğe” başlıklı bir fıkra yazmış da, küçükçe kıyamet kopmuştu.

Dayanaklarından biri, “60-70 yıl önce yazılmış edebî kitaplardaki, roman ve hikâyelerdeki, hattâ gazete havadislerindeki Türkçeyi anlayamaz hale düşürülmemiz”di; çözüm önerisi ise şuydu: “Liselerde Osmanlıca mecburî ders olarak okutulmalıdır. Dedelerinin mezar taşlarını, 1928’den önce yazılmış ve basılmış kitapları ve evrakı okuyamayan ve anlayamayan bir toplum okur-yazar, medenî bir toplum değildir.”

Kalbi öyle temizmiş ki Eygi’nin, 3 Kasım 2002’de tek başına iktidara gelen AK Parti, 1 Kasım 2015 seçimlerine 9 gün kala, mühim bir açıklamada bulundu: “Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu’nun 21 Ekim 2015’te yayımladığı kararına göre, 2016-2017 öğretim yılında ilkokul 2. sınıf öğretim programına Arapça dersi konuldu.” (Cumhuriyet)

Yüreğimizin yağları eridi, değil mi! Artık mezar taşlarını, 1928 öncesi evrakları okuyacak bir nesil yetişecek – az şey mi?

Peki, bırakın 1928 öncesini, Cumhuriyetin ilk altı yılında bile hepi topu 250 kitabın yayımlandığını düşünürsek, acaba ne bulmayı umut ediyoruz o taşlarda, o evraklarda?

Unutmuş değiliz elbette, Tanzimat’tan sonra Harf Devrimi’ne kadar Batı dillerinden Osmanlı Türkçesine aktarılan yüzlerce eseri. Hele hele kadın çevirmenleri… Ancak dikkat çekmeye çalıştığım nokta, nitelik odaklı. Mesela L.F. Perkins’ten M. Zekeriya’nın çevirdiği “Hollandalı İkizler”, günümüz kültürü içinde nerede durur, neye karşılık gelir? Yahut Paul Herigaut’dan Ahmed İhsan’ın çevirdiği “Rus Ateşi”… Hepsi değil, ama çoğu sığ, ahlak ve terbiye vurgusu yüksek, estetik yoksulu metinler…  Bunları okumak mı, bizi medeniliğe ulaştıracak? Ve neden 7-8 yaşındaki çocuklar, bu maceraya “alet” edilmekte?

“Şımarıklık, türedilik şahikada” mıymış…

Benzer soruları kendi kendine sorup, muhtemelen tatmin edici yanıtlara ulaşamadığından mı, bilinmez, Mehmet Şevket Eygi, ilk yazıdan tam 9 yıl sonra (8 Ağustos 2014) aynı kulvara bir kez daha girme ihtiyacı hisseder, tuhaf bir biçimde. Bu sefer, kalemi biraz keskindir: “Türkiye son otuz yılda çok zenginleşti, çok ‘modernleşti’, maddî ve teknik açıdan çok kalkındı ama medeniyet, kültür, eğitim, sanat konularında, bırakın yerinde saymayı, çok geriledi. Şu anda önümüzde bir uçurum var. Ahlak, fazilet, medeniyet, görgü, insanlık, adalet, bilgelik dipte; zenginlik, lüks, madde, teknik, şımarıklık, türedilik şahikada. Hiçbir toplum, hiçbir ülke, hiçbir halk böyle bir durumda ayakta duramaz.”

Soru basit: Neden? Ancak yanıtlamak, biraz zor…

Vaktiyle Platon için de “yazı” bir yabancılaşma nesnesiydi oysa. Hatta bir “teknoloji”ydi… İnsanlığın zihinsel etkinliğini biçimlendiren…

Sözlü kültürden yazılı kültüre geçiş daima yavaş olmuş. Bu, en gelişmiş, en medeni toplumlar için bile böyle: Değişim, 19. yüzyıla kadar azalarak sürmüş, ancak henüz tamamlanmamış; zira kimi ülkelerde doktora çalışmaları sınav komisyonuyla tartışarak değerlendirilmekte hâlâ.

 Kafe şarkıları, peri hikâyeleri…

Jack Goody, “Sözlü Kültür” (1992, Oxford Üniversitesi) adlı çalışmasında, “okur-yazar toplumlarda, sözlü geleneğin kalıplaşmış fiil biçimlerinden oluşan yazınsal eylem bütünlüğünün bir parçası” olduğunu vurgular ısrarla.

Der ki:

“Milman Parry ve Albert Lord tarafından 1930’ların Yugoslavya’sında Novi Pazar’dan derlenen kafe şarkıları ve Grimm Kardeşler tarafından 19. yüzyılda Almanya’da derlenen Avrupa kıyılarının ‘peri’ hikâyeleri popüler kültürün bir parçasını oluşturmaktaydı ve bu kültür, şehir kaynaklı yüksek kültürün okur-yazarlık temelli tezahürleri ile bağlantılı olan basılmış öyküler ve diğer eserler ile beslenmekteydi. Ve, popüler kültürün bu sözlü tarafının –okur-yazar olmayan toplumların sözlü ürünleri ile şeklen bağlı olsa da– hem içeriği hem de işlevi kesinlikle ciddi değişikliklere uğramıştır.”

“Şehir kaynaklı yüksek kültürün okur-yazarlık temelli tezahürleri”… Sanki kilit bir tanım. Günümüzü anlama, tanımlamada yararlı olabilecek bir maymuncuk… Söz konusu tezahürleri, kimi ufak tefek değişimlerle birlikte, bir anda rafları ve hatta hayatları istila eden “roman”ımsıları, “light” günlükleri, “popüler kültürün sözlü tarafı” olarak okursak elbet…

Balins FM, Radyo 7 ve İstanbul’un Sesi gibi radyolarda sunuculuk yapan Kahraman Tazeoğlu böylesi bir örnektir mesela. Değil mi ki Türkiye Yazarlar Birliği tarafından 2006’da “Yılın Yazar Fikir Adamı ve Sanatçıları” bağlamında ödüle değer görülmüştür.

Vaktiyle ATV Haber genel yayın yönetmenliği de yapan ve “yazıları internette en çok paylaşılan köşe yazarı” unvanlı Yılmaz Özdil de böylesi bir örnektir. Cebindeki 300-400 kelimeyle, gündelik çerez ihtiyacını karşılamakta halkın…

Hitabet gücü ve okumuş Latincesi…

Şifahi toplumun yazılı gelenekle ilişkisi, öteden beri gerilimlidir. Türlü çelişkiler barındırır. “Eski” ve “yerleşik/kabul görmüş” olmanın bilinciyle/özgüveniyle saldırır “yeni”ye… Hele de bu yeni, “farklı” ve “özgün” ise…

Sırtımızı Walter. J. Ong’a dayayarak, betimlemeye çalıştığım manzarayı açımlayayım: Batı kültüründe iki ana gelişme, sözlü ve yazılı geleneğin etkileşiminden kaynaklanır; “Akademik Hitabet” ve “Okumuş Latincesi”. Hitabetin özü, toplumun önünde konuşma, halka seslenme veya açıklama yapmaktır. Antik Yunandan beri hitabet akademik eğitime hâkim olduğu için günümüzde bile yazılı kültür bundan etkilenir ve hâlâ (yazılı) şiirde mesela hitabetin gücü sezilir. Unutmayalım ki, yazılı ve sözlü kültüre yön veren Okumuş Latincesi (sadece okullarda öğretildiği için böyle tanımlanmış), Avrupa’da anadili olarak konuşulmaktaydı; sonraları İtalyanca, Fransızca gibi romans dillerine dönüşünce, anlayan sayısı günden güne azaldı. Fakat kilisede, okullarda ve devlet dairelerinde kullanılmaya devam edildiğinden ciddi bir sıkıntı yaratmadı.

Bizde ise böyle gelişmedi süreç… Ve bir dil içinden başka bir dile geçiş olmadı. Osmanlıca dediğimiz şey, aslında Türkçenin Arap harfleriyle yazımından ibaret çünkü. Dolayısıyla “Okumuş Latincesi” ile paralel okumak mümkün değil “Osmanlıca” meselesini…

Değil, lakin yine de bir şey, yıllar içinde hep sağ kalmış nedense: Hitabet! Akademik bir hırkası, cübbesi olmasa dahi…

Dikkat buyurmak gerekir ki, tüm büyük dinlerin geçmişi sözlü kültüre dayanır. Fakat Veda, İncil ve Kur’an gibi kutsal metinler aracılığıyla içselleştirilmiştir. Ve bu içselleştirme, günümüz koşullarında, kendi içinde evrim geçiremediği için zihinsel/bedensel bir engelleme yaratmaktadır. Nitekim engelleme dediğim de, sığ ve kısanın tekrarına dayanan, aforizma yahut darbımesellerle beslenen bir sokak ağzı, bir çeşit anti akademik hitabet aslında! Üstelik pek verimli ve cömert; meyvesiz bırakmıyor hiçbir dimağı.

Velev'i Google Haberler üzerinden takip edin

ÖNERİLEN İÇERİKLER

WP Twitter Auto Publish Powered By : XYZScripts.com