Cadılar, vampirler, hortlaklar ve canavarlar – Neden sevdik bu zalimleri?

Melodram, nasıl ki buhran dönemlerinin afyonu olmuş ise korku da yenilik, değişim ve takibinde ortaya çıkanların karanlık yüzü olduğu için bir tür detokstur; korku arındırır! Kendimizi affettirir! Islahı kolaylaştırır!

Farkında mısınız, neredeyse her hafta en az bir korku filmi vizyona giriyor. Bazen iki, bazen üç film girdiği de oluyor. Aynı hızla da çekiliyorlar hayatımızdan…

Bir panayır gezisinde aldığınız şekerli elmanın bile tadı daha uzun durur damakta oysa.

Peki, bu yalnız bizde mi böyle?

Değil; bir tek bizde değil. Amerika’da da, Latin Amerika’da da, hatta Japon, Kore ve diğer Uzakdoğu ülkelerinde de korku filmleri şu son on yıl içinde sürekli gümüş ekranda. Biri girerken kapıdan diğeri pılını pırtısını toplayıp kaçıyor.

Bilebildiğim kadarıyla tek bir istisna var: Avrupa. Her ne kadar korku, Lumiere Kardeşlerin L’arrivée d’un train en gare de La Ciotat (Bir trenin La Ciotat garına varışı, 1895) adlı kısa filmlerini hesaba katarsak, Avrupa’da doğup gelişmişse de, ergenlik ve yetişkinlik çağını Amerika ve Uzakdoğu’da yaşar. Avrupa, belki bile isteye, belki zamanın ruhu gereği, belki de kestiremediğimiz bir sebeple korkuya sınırlı oranda yer açar. Çoğu kere de korkuya polisiye (İskandinav sineması ve Fransa), şiddet ve masalsı öğeler (Balkan sineması) eklenir.

Acaba tüm bunların bir anlamı var mı?

Anlamaya çalışalım…

 Tüm Zamanların En Çok İzlenen Korku Filmleri

Öncelikle bir ezberi bozmak gerek: Korku filmleri, en çok izlenen tür değil!

Tüm zamanların en çok izlenen 15 filmine bakınız; bu size bir fikir verebilir. Tek bir korku filmi yoktur listede…

Yıllarına göre en çok gişe hasılatı yapan filmlere baktığımızda ise Şeytan (1973) çıkar karşımıza. Biraz sınırlarını zorlarsak korkunun, E.T.’yi (1982) de hesaba katabiliriz. Aşk sosuna bandırılmış Hayalet’i (1990) de unutmayalım hadi. Hepsi aşağı yukarı bu.

Buna mukabil kült değilse bile klasik sayabileceğimiz, izlemesek bile adını muhakkak bileceğimiz çok film var: 13. Cuma (1980) gibi, Blair Cadısı (1999) gibi, Çocuk Oyunu (1988) gibi, Günah Tohumu (1976) gibi, Teksas Katliamı (2003) gibi, Elm Sokağı Kabusu (1984)l gibi, The Omen (1976) gibi, Halloween (1978) gibi, Rosemary’nin Bebeği (1968) gibi, Cinnet (1980) gibi, Sapık (1960) gibi, Kuzuların Sessizliği (1991) gibi…

Demek ki, rekorları altüst etmese de talep edilen, bazen de takdir edilen bir tür korku…

Ve ne tuhaftır ki, bir kere takdir edilmeye görsün, ikincisi, üçüncüsü, on üçüncüsü çekilir. Bıktırıncaya, tıksırıncaya kadar izlettirirler. En nihayetinde çektikleri filmi bir tek kendilerinin izlediğini idrak edince de biter seri.

Korku – Yeninin Karanlık Yüzü

Korku, Avrupa’nın çocuğudur. İlki bu topraklarda çekilir: Le Manoir du Diable (Şeytan Evi, 1896).

Derken kan emen vampirler, yamalı bohça Frankenstein, yaşayan mumyalar, dolunayda canavara dönüşen kurtadamlar, şeytanlar, bedensiz varlıklar, zombiler, psikopatlar, seri katiller, cadılar ve dönüşüm geçirerek canavara dönüşen hayvanlar girer hayatımıza bir bir.

Çoğunun besin kaynağı masallardır. Kulakta kulağa aktarılan meseller…

Ve pek çoğunun ardında az çok kabul edilebilir bir neden vardır: Mesela cadıları Ortaçağ karanlığının uzağında düşünmek, eksik düşünmek olur. Mesela Hiroşima’ya atılan atom bombalarının mutasyona uğramış yaratıklar ve zombi filmlerine vesile olduğunu unutmamak gerekir.

Yıkanmak istemeyen çocukların baskın kültürünü düşünelim sonra. O süreçte kiliseden kopmaların başladığını, Doğu teozofisinin yükseldiğini, bu doğrultuda da ‘slasher’ türündeki filmlerin arttığını şöyle rüzgârsız bir yerde tutmakta yarar var.

Bu bağlamda soğuk savaşı, küreselleşmeyi ve hatta yabancılaşmayı korku türünün temel motifleri ve yaratıklarıyla paralel okumak da mümkün.

Ancak şunu da düşünce balonumuzun içine tıkalım lütfen: Melodram, nasıl ki buhran dönemlerinin afyonu olmuş ise korku da yenilik, değişim ve takibinde ortaya çıkanların karanlık yüzü olduğu için bir tür detokstur; korku arındırır! Kendimizi affettirir! Islahı kolaylaştırır!

Demem şu ki: Bunca sansüre, yasağa ilişkin iştaha rağmen korku filmleri iktidarlar tarafından dokunulmazlık zırhıyla korunuyor gibidir. Çok çok nadiren dokunurlar. Dini konularda dahi istisnai konumları vardır adeta.

 Pandemi Bile Engel Olamadı Yükselişe

Bizde ilk korku filmi Çığlık’tır (1946); lakin kayıptır. Nedense yönetmeni, yapımcısı dahil sahip çıkma, yarına saklama ihtiyacı gütmemiştir.

Çığlık’ı 1953 yılında çekilen Drakula İstanbul’da takip eder. Onu da 1970 yılında Yavuz Yalınkılıç’ın çektiği Ölüler Konuşmaz ki…

O süreçteki en muteber film ise Metin Erksan’ın 1974 yılında çektiği Şeytan’dır. Film, William Friedkin’in dünyada büyük yankı uyandıran The Exorcist (1973) filminin hemen ertesi yıl uyarlanmış versiyonudur.

90’lı yıllarda bazı gerilim ve ‘giallo’ türlerinde filmler çekilmiş olsa da korku türünde karşımıza çıkan bir sonraki yapım 1993 yılında Kutluğ Ataman tarafından çekilen bir vampir hikâyesi olan Karanlık Sular filmidir.

Gel gör ki, korkunun furyaya dönüşmek için 2000’li yılları beklemesi gerekir.

Fitili ateşleyen ise 2004 yapımı Büyü ve 2005 yapımı D@bbe’dir.

İtinayla dizilmiş domino taşları D@bbe’den sonra bir bir devrilir birbirinin üstüne. Serinin beşinci halkası D@bbe: Zehr-i Cin (2014), Türkiye’de gösterime giren yerli ve yabancı korku filmleri arasında en yüksek izleyiciye ulaşır: 837 bin 791… Henüz bu filmi geçen olmamıştır.

Korku filmi furyası pandemiden bile öyle aman aman etkilenmez. 2020 yılında 13 film vizyona girer. Bir sonraki sene ise 62…

Doğrusu bu, açık söyleyelim, bir çıldırmanın dışavurumudur. Bir haftada yazılıp çekilen video film furyasında dahi bu kadar üretken değildi sinemamız. Bilhassa tür sineması… Sonuçta bir yılda 52 hafta var ve yılda 62 filmlik bir üretim, yalnız dudak uçuklatıcı değil, düşündürücüdür de…

 Neden İlle De Korku?

Büyü ve D@bbe sadece bir simge. Bence her seçim sonrası biraz daha sağa yatan ülkede muhafazakârlıkla birlikte arttı korku temayülü.

Filmde mağdurun en nihayetinde galip çıkması paydası geniş bir tatmin alanı yarattı. Bu sayede, yasakları çiğneyenler cezalandırıldı, ırza geçenlerden intikam alındı, zinanın hesabı soruldu, kötü alışkanlıkları olanlar belalarını buldu.

Hiç değilse gümüş ekranda bulunan adalet can simidi geldi izleyiciye.

Ancak burada da oturdukları dalı kesenler çıktı tabii; iyi araştırılmadan yazılıp çekilen yalapşap filmler bir kısır döngüye girdi ve izleyici ile kurduğu samimiyet köprüsünü çökertti.

Yalnız buna rağmen yine de kuytu mahallelerde bir şekilde ayakta kalmayı başaran sinemalarda bile korku filmi vizyona girdi.

Bunu, dışarıda yaşanamayan yakınlığın sağlanabildiği mekânlar olarak okumak bir miktar haksızlık olabilir, lakin hakikat payı da yok değildir.

Cumhuriyetle elde ettiklerini giderek yitiren kadın, her ne kadar gittiği o korku filmlerinde de yerden yere çalınıp fevkalade aşağılansa da, erkekle eşit düzlem olmanın hazzını yaşıyor – burası açık!

Velev'i Google Haberler üzerinden takip edin

ÖNERİLEN İÇERİKLER

WP Twitter Auto Publish Powered By : XYZScripts.com