Kelimenin tam anlamıyla bir kafa karıştırıcı sanatçıdır David Lynch. Lynch sineması; açıp kolaylaştıran değil, tıkayıp zorlaştıran bir yapıya sahiptir. Üstelik sadece sinema alanında da yapmaz bunu. Maharetleri parmaklarının sayısından bile fazladır esasen; ressam, mimar, tasarımcı, reklamcı, müzisyen, fotoğrafçı, yapımcı, yönetmen, senarist ve ruhanî eğitimci…
Kelimenin tam anlamıyla bir kafa karıştırıcı sanatçıdır David Lynch. Her karesi onlarca sembol ve metaforlarla dolu filmleri klasik sinema izleyicisini kaçırsa da, hiç de azımsanmayacak hayran kitlesi oluşturmayı da başarır. Lynch sineması; açıp kolaylaştıran değil, tıkayıp zorlaştıran bir yapıya sahiptir. Üstelik sadece sinema alanında da yapmaz bunu. Maharetleri parmaklarının sayısından bile fazladır esasen; ressam, mimar, tasarımcı, reklamcı, müzisyen, fotoğrafçı, yapımcı, yönetmen, senarist ve ruhanî eğitimci…
Sinemadan önce resim sanatında kendisini yetiştiren David Lynch’in yüzlerce resimde imzası bulunuyor. Yönetmeni takip edenler, resimleri incelediğinde; Lynch’in basit bir durumu karanlık hislerle göstermesi, yine filmlerinde olduğu gibi çamura yakın malzemeleri seçtiğini, rüya bilinci ve korkulan şeylerin ortaya çıkardığı bozukluklara yol açan benzer duygulara dikkat çektiğini görebiliyor. Lynch, resimlerinde dilin vurgusunu öne çıkararak kelime kullanıyor, sürreal unsurlar ve bazen birbirinden alakasız gibi görünen objeleri kanvas tablolarına yerleştirip, nesnelerin arasında ne kadar geçişken bir ilişki olduğunu gösteriyor. Lynch, görsel ve yazılı metinlerdeki terimlerin birbiriyle aynı anlama gelmediğini söyler; bir karınca resimde farklı, yazılı metinde farklı anlamdadır. Buna rağmen resimlerine başlık seçmeyen yönetmen, olağanüstü ruhanî dışa vurumculuğunu tuvaline de yansıtıyor.
1946’da ABD’nin Montana eyaletinde dünyaya gelen David Lynch’in babası, arkeolojiyle ilgilenen bir bilim adamı olduğundan işi gereği sıkça şehir değiştirir. Lynch’in okuduğu yerlerin farklı olması da bu yüzdendir; Washington’da Corcoran School of Art, ardından Boston’da School of the Museum of Fine Art’a kaydolur. 1966’da ise Philadelphia’daki Pennsylvania Academy of Fine Art’ta resim ve grafik eğitimine devam eder. Kusursuz gerçek, rüya ve mantığı sorgulayan sürreal yapıtları ilk kez burada ortaya çıkar. Lynch, eğitimi sırasında rüzgârın sesi ve objelerde yarattığı hareketlilik ile bir tabloyu inceler ve o an, hareketli resimler yapmak istediğini; sinemaya başlaması gerektiğini anlar.
Kısa filmler ile sinemaya adım atan Lynch, insanların zaten sunulan en net bilgiyi dahi kendi bakış açıları ve hisleriyle yeniden yorumlayacağını söyler ve seyircinin yorum yapmasını daha da zorlaştıracak kurgularıyla yapımcılığı sürdürür. Usta yönetmen, içerisinde animasyonları da kullandığı kısa metrajlı filmler ile sinemadaki üretimine başlar; Six Men Getting Sick (1966), The Alphabet (1967) ve The Grandmother (1970) adlı yapıtları, Lynch’in kolajları ve sürreal unsurlar ile birleştirilerek sahneye uyarlanır. Lynch, sinemasında birbirinden tezat birçok unsur kullanılır. Uçsuz sarı şeritli bir otobanda başlayan veya son bulan yolculukta; sanatçının kompozisyonuna uygun grafiklerde, grileştirdiği tonlarda, dumanlar içinde cızırdayan ampuller, eşyaların içinden süzülen pislik, böceklerin gezdiği mekânlarda çarpıcı renkler ile hikâyeyi sunar ve içinde genellikle hayalleri süsleyen yakışıklı veya güzel bir karakter vardır. Lynch sanki çoğunlukla, çiçekli bahçelerde, huzurla yaşam süren bu güzel insanın aslında rüya gibi bir hayatı veya mutluluğu hissettiği saf bir bilincinin olmadığını söylemek ister. Lynch sineması tek başına bir çizgide anlatılamaz, zaten düzensiz zaman-mekân kurgusu da buna izin vermez. Ayrıca birçok filminde kovboy kılıklı, gotik suratlı veya dedektif olan, konuyu esrarengiz hale getiren bir adam; kilit bir figür kullanır.
Usta yönetmen gizemi de çok sever, sadece metafor olarak değil bizzat kelime olarak da; birçok filminde ‘gizem’ sözcüğü mutlaka yer alır. Filminde bazen bir şarkı yükselir ya da rüya görülür ve mesaj David Lynch’in bilinçaltında açtığı kapıya yönlendirir… Lynch, Philadelphia’da yaşadığı sırada, şehrin kendisine düşündürdüğü güzelliği ve ürkütücü kargaşasından etkilendiğini ve çalışmalarını buna göre şekillendirdiğini sıkça dile getirir. 1997’de Los Angeles’ta tamamladığı ilk filmi Eraserhead (Silgi Kafa) ile Amerikan sinemasında yerini alır. Lynch, modernizmin ardından gelinen noktayı; çürümüşlük halini filminde fabrika dumanları, lokomotif sesleri gibi rahatsız edici öğeler kullanarak gösterir ve ahlakın yasaklarına uymamanın yarattığı vicdan azabını yansıtır. Fotoğraf kompozisyonu açılarıyla oluşturduğu Eraserhead diğer filmlerine göre daha sade bir çerçevede ilerler…
İkinci filmi Elephant Man’i (Fil Adam) siyah-beyaz çekmesinin nedeni ise gerçekçiliği öne çıkarmaktır. Gerçek hikâyeden sinemaya uyarlanan Elephant Man’de 19. yy sonlarında İngiltere’de yaşamış ve fil hastalığı yüzünden acı çeken, gerçek adıyla Joseph Carey Merrick’in hayatını anlatır. Yine metaforlarla toplumun iç dünyasını ortaya çıkaran Lynch, burada Kafka’nın Dönüşüm’ündeki anlatımına benzer bir görüşle seyirci karşısına çıkar; insanların içinde var olmaya çalışan ‘anormal’ görünümdeki birinin, zengin olsun fakir olsun tüm toplum tarafından dışlandığını, ötekileştirildiğini gösterir. Fil Adam’ın korkuya sebebiyet vermediği için kullandığı maskeyi ilk kez çıkardığı sahnenin hemen paralelinde ilerleyen sahnede; insanların gereksiz bir nedenden ötürü bağırıp çağırarak, canavara dönüşebildiği sıradan gündelik bir olay gelir. Mesajda Lynch’in, “Burada asıl canavar kim oluyor?” sorusu duyulabilir. Fil Adam, rahatsızlığından ötürü hep bir oyun malzemesi gibi görülür ve çevresindeki insanlar yüzünden aslında kolayca yapabileceği şeyler olduğu halde hiçbir zaman fırsat bulamaz. Lynch, aslını görmediği halde Fil Adam’ın kusursuz katedralin maketini yapmasını, sonunda da eserine ismini yazmasını öne çıkararak müthiş bir cevap verir. Huzurun, gittikçe çirkinleşen toplumla değil insanın becerisiyle kazanıldığını gösteren filmde, Sanayi Devrimi’nin ardından gelişmiş ve hatta fabrikasyon bir yaşama geçmiş olan Londra’yı da anlatmayı ihmal etmez. Usta yönetmenin daha sonrasında roman serisinden uyarlayarak çektiği, dönemin Star Wars’ına benzer biçimiyle başlıca bilim kurgu, uzay filmlerinden sayılan Dune, sinema otoriteleri tarafından hâlâ tartışılmaktadır.
Popülaritesi artan yönetmenin sonraki filmi Blue Velvet (Mavi Kadife), onun sinemasının ayak sesleridir. Filmin ilk dakikalarında Sandy karakteri (Laura Dern) bir rüyasını anlatır ve bu rüya aslında yönetmenin vereceği ana mesaj ile bire bir bağlantılıdır. Filmde Lynch klasiği olarak; yemyeşil, huzur dolu sokaklar, tertemiz kıyafetler içinde klasik şekilde görülen özgür Amerikalılar tasvir edilir. Ancak kurgu hızlıca, cinayet kalıntılarının yer aldığı sahnelerle dolan kirli dünyaya doğru yol alır. Bir yandan Amerika’nın aslında hiç de sanıldığı kadar huzurlu sokaklara sahip bir yer olmadığını gösterir.
1980’lerin absürt gerilimi ve dedektiflik araştırmayla ilerleyen bu hikâyede Lynch diğer filmlerindeki sahnelere benzer şekilde; parlak ceketli adam bir anda mikrofonu alıp sahnede şarkı söyleyen bir yıldıza dönüşür. Lynch’in özellikle Kayıp Otoban ve Mulholland Çıkmazı’nda çarpıcı şekilde kullandığı yol sahneleri burada da dikkat çeker. 1986’da gösterime giren Mavi Kadife de usta yönetmenin diğer birçok filminde olduğu gibi içsel muhasebeyi yansıtır; oyuncu Kyle MacLachlan doğruları bulmaya çalışırken diğerleri gibi yanlış yaptığını düşünerek kâbuslar görmesine neden olacak vicdan azabı yaşar. Usta yönetmen, 1990’da Televizyon dizilerine yegâne yorumunu katacağı Twin Peaks’ı yaratır. Lynch’in diğer filmlerinde görmeye alıştığımız MacLachlan’ın oynadığı ve geçtiğimiz aya kadar Lynch’in yapımcılığında sürdürülen dizide de, Amerikan kasabalarının arka sokaklarının korku dolu hikâyeler yaşanan yerler olduğunu gösterir. Sürreal çalışmalarıyla anılan Lynch, en çok izlenen filmi Kayıp Otoban ile zaman, kişiler ve mekânların takibinin neredeyse imkânsız olduğu bir kurgu ortaya koyar. Klasik anlayışla; ses ve ışığı, aynı zamanda kâbusları kullanarak büyük tehlikeyi haber verir; tabii bu tehlike tamamıyla insan bilincinin ürettiği bir tehlikedir. 2001’de yeniden karanlık bir yolda ilerleyen araba ve içindeki ana karakterler ile başlar Lynch’in diğer meşhur filmi Mullholand Drive… Bu film de; yaşamda yıldızları övmenin sadeliği ve başarı arzusuyla başlar ancak yine duygular karma karışık olur; rüya ile gerçek birbirine karışır.
Bilinçaltını yoran filmleriyle ünlü David Lynch, psikolojiye her zaman büyük önem verdiğine ve bilincin sanatsal üretimdeki yerine dikkat çeker. 1973’te meditasyona başlar ve 2005’e gelindiğinde ise bugün halen aktif şekilde yürüttüğü David Lynch Vakfı’nı kurar. Vakıfta; çoğunlukla şiddete maruz kalmış, travma ve stres bozuklukları yaşayan insanların bilincinin iyileştirilmesine yönelik ‘transandantal meditasyon’ dersleri veriliyor. Lynch, sanatçının bilinçle çok sayıda şeye ulaşabileceğini söyler: “Sezgi, sanatçının bir numaralı aracıdır, hissetmek ve düşünmek kombinedir. Resim, ressamın bildiğini ortaya çıkarmasıdır ve de bunu yaparken çok eğlenirsin. Filmlerde de böyledir; çalışmalarının, her şeyin çoğalmasıyla eğlenirsiniz. Fikirler süzülür ve onların doğruluğunu hissedersin. Bunun ne olduğunu bilirsin; bilginin gelişmesidir ve bu gerçekten de güzeldir.”
Karanlık sinemadaki belirsiz söylemleriyle; kimilerinin çok sevdiği, kimilerinin ise ‘asla izlemem’ dediği Lynch, sanat hayatının başlangıcından bugüne kadar birçok ödül kazanır. Bir röportajında da aslında bu çok yönlü sanat yaşamını özetler: “Sinemanın, birçok sanat formunu birleştirdiğini her zaman söylerim. Çocukken hep bir şeyler yapar, inşa ederdim. Babamın alışveriş mağazası vardı ve burayı da biz inşa etmiştik; yani bir proje ailesiydik. Mobilyaları çok sevdiğimden heykel gibi lambalar yapardım. Ressam olarak başladım, resim beni sinemaya yönlendirdi. Sinema ise fotoğraf ve müzik gibi sanat formlarının inşa edilmesine liderlik ediyor.”
Öte yandan Lynch, müzik albümleri de üretir, müzisyenlerin kliplerinde yapımcı ve yönetmen olarak yer alır. Hatta bazı sanatçılarla arası oldukça iyidir; Duran Duran, Agelo Badalamenti, Julee Cruise, Chrysta Bell Moby, Karen O’nun aralarında bulunduğu sanatçılarla çalışır. Çok yetenekli yönetmenin müzik alanında yaptığı çalışmalar saymakla bitmez, 1980’lerin son yıllarında müzikte ilk adımlarını atar. Nitekim yine bu dönemde Lynch’in çektiği Blue Velvet filmi Bobby Vinton’un aynı isimdeki ünlü şarkısında yaptığı ufak ekleme ve düzenlemesiyle sahneye taşınır. Lynch için müzisyen Angelo Badalamenti, film müziklerinin vazgeçilmez ismidir; Mavi Kadife filmiyle başlayan müzik çalışmaları film ve dizilerinde devam eder, yine yakın zamanda Julee Cruise’in Floating Into the Night ve The Voice of Love albümlerinde çalışır. İki albümdeki tüm şarkıların sözlerini yazan Lynch, 1998’de benzer bir çalışmayı müzisyen Jocelyn Montgomery’in albümünde de gösterir. David Lynch’in söz yazarlığını yaptığı ve Chrysta Bell’in yorumladığı şarkı Bird of Flames, sakin tempodaki elektronik müzik tarzındadır. David Lynch’in, müthiş gitar hünerlerini sergilediği albümü ise 2001’de çıkardığı BlueBob’dur. Daha çok progressive/experimental rock, ambient ve elektronik tarzlarda oluşturduğu müziklerine genellikle 70 ve 80’lerin ruhu hakimdir. Dark Night Of The Soul ve ‘Imaginary Girl’ gibi sevilen şarkların vokalinde yer alan Lynch’in tarzı yine bu şarkılarda belirgin biçimde görülebilir. Yapımında tümüyle veya bir kısmında yer aldığı albümlerinin yanı sıra müzik klipleri çekmeyi sever. Bu da alışılagelmemiş durumdur çünkü genellikle müzik klipleri çeken yönetmenlerin bir üst adımıdır film yönetmenliği. Farklı yönetmenlerin yer aldığı American Expresss Unstaged konserler serisinin bir parçası olarak ‘Duran Duran: Unstaged’ adlı uzun metrajlı belgeseli ve Chris Isac’ın ‘Wicked Game’ adlı şarkısının aralarında bulunduğu birçok sanatçının videosunun da yönetmenliğini üstlenir. Daha sonra da tamamı kendisine ait Crazy Clown Time (2011) ve Big Dream (2013) adında çıkardığı iki albümünün yanı sıra Lykke Li gibi belli sanatçılarla beraber çalışmasına devam eder…
Aslında Lynch, filmlerinde müzisyenleri sahneye çıkarmayı da seven bir yönetmen. Yönetmenin 1984’te çektiği Dune filminde oynayan İngiliz sanatçı Sting, uzay aracında parlak kostümü ve yakışıklı bedeniyle yaptığı çıkışı ile göze çarpar. Rock starlarını sahneye çıkarmayı seven Lynch, oyuncuya (Wild at Heart’deki Nicolas Cage gibi) müzisyen olmasa da şarkı söyletir. David Lynch, filmlerinde müzik ile mesaj vermeyi de ihmal etmez. Sinemadaki film ve müziğin büyük uyumunu Lynch’in Kayıp Otoban filminde de görürüz çünkü burada ilk sahnelerde David Bowie’nin söylediği şarkı aslında filmin temel mesajını veren önemli metafordur veya Mulholand Drive’daki Club Silencio gösterisi filmle yakından ilgilidir.
Lynch, oyunculuğunu Nadya, The Amputee, Dune, Twin Peaks, Zelly and Me gibi filmlerde aldığı rollerle izleyicisinden esirgemez. Aynı zamanda reklamcıdır da… Dior, Calvin Klein, Armani, Georgia Coffee, Sony ve Nissan gibi markalara çektiği reklam klipleri, sanatçının filmleriyle yakın kurgudadır. En son kıyafet de tasarladığı görülen Lynch, şu sözler ile ne yaptığını özetliyor: “Kendinizi, işinize açıkça teslim eder, çalışmalardaki etkinizi ve tepkinizi ölçerek devam ederseniz, daha çok şey meydana gelir ve yaşanır.”