İyimserlerin bile “karşı-edebiyat” olarak tanımladığı mangaya şans tanımalıyız bence… Sayfaları parfümlü derlemeler yahut “Grinin Elli Tonu”ndan daha doyurucu, daha lezzetli olduğundan hiç şüphem yok, elbette edebiyat bağlamında!
Çok erken tanıştım çizgi romanla; okuma yazmayı henüz sökmemiştim daha… Hafızam yanıltmıyorsa pazartesileri Milliyet Çocuk alınırdı eve, cumaları Tercüman Çocuk. “İçinde muhakkak bir hinlik vardır!” diye mi bilmem, zaman zaman Tercüman Çocuk unutulurdu.
Bu iki dergi, hakkımdı; babaannemle iddiaya girmiş, ışıklar kapalıyken salondan babamın odasına gitmiş ve gelmiş, yani karanlık korkumu yenmiştim.
Akşamları babam (rakıdan fırsat bulursa) okurdu, gündüzleri amcam (yatağın altındaki fitilleri saydıktan sonra)… Çoğu kere resimlere bakar, ben bir hikâye uydururdum yerli yersiz. Sonra da kopardığım yarım saatlik oyun izninde, sokaktaki arkadaşlarıma anlatırdım uydurmalarımı. Sanki gerçekten yaşamışım gibi… İnanırlar mıydı, anımsamıyorum.
Zagor’la tanıştığımda birinci sınıftaydım. Bir günde tasım tarağım toplanmış, Turhal’da emekli maaşıyla iki aileye bakan anneannemin yanına bırakılmıştım. Ve Robert Kolej’i leyli okuyan babaannemin askeri disiplinini takiben kavuştuğum özgürlük iyi gelmişti. Öyle ki, zaman zaman Ray Mahallesi’ndeki yürüyüşlere katıldığımı, “Analar doğurur, faşistler öldürür!” diye bağırdığımı kimseler bilmezdi. Tabii ben de faşizmin ne olduğunu…
Hiç unutmam, bir keresinde inşaattan eğri büğrü, boy boy paslı çiviler toplarken basılmış, o telaşla ikinci kattan zemindeki kum birikintisine atlamış, neredeyse dizime kadar batmış, can havliyle çıkıp hurdacıya koşturmuştum. Sattığım çivilerle aldığım şey ne vişne suyuydu, ne de limonlu dondurma; bir kitap: Zagor, Mavi Seri, Sayı 35, Tay Yayınları…
Alman babalığım, “Gelsin çocuk, burada okusun!” deyince soluğu Münih’te aldım. Başlarda 30-35 metrekarelik bir dairede (tek oda) yaşadık 4 kişi… Sonra şehrin dışında, geniş sayılabilecek bir evde… Kilerinde, tahta bavullar içinde sakladığım çizgi romanlar okuduğum…
Turhal’da kitabevi yoktu o vakitler; gazete bayiine sipariş verir, bir ay sonra kavuşurdum kitaba… Münih ise bir cennetti. Yaşadığım mahallenin bile kütüphanesi vardı, içinde Bulgaristan’da üretilmiş yasaklı Nâzım Hikmet kitaplarının ödünç verildiği…
Jump dergisiyle bu esnada tanıştım (!). Çaylakların çizdiğini bilmezdim; alışkın olduğum çizgi romandan öte şeylerdi baktıklarım. Zira hepsi Japonca’ydı. Sonradan öğrendim Dragonball’u (Akira Toriyama), Slam Dunk’ı (Takehiho Inoue)…
Manga-ka, gensaku-sha, otaku kimdir, avangart yahut akademik manga nedir, bilmezdim hiç. Severdim sadece…
Elbette Hentai ile de tanıştım, lakin tutkumu cilalayan Akira oldu, bir anime… Katsuhiro Otomo’nu bu şaheserini sosyal asimilasyon, güce tapınma ve yozlaşma bağlamında okuyabilecek ehliyete sahip değildim; varsa yoksa Tetsuo’nun (canavar) finalde feryat figan düşüşü… Nefesimi donduran requiem’i de cabası…
Tesadüfen buldum çoğu şeyi. Deneme yanılma yoluyla… Talihli sayılırdım gerçi: Almanca sayesinde belli başlı mangalara yaşıtlarımdan evvel ulaşabiliyordum. Ghost In The Shell bunlardan biriydi mesela… Diğeri Gunnm…
Lynn Okamoto’nun Elfen Lied’ini takiben ‘duraklama’ yahut ‘fetret’ devrine girdim mangada… Heyecanla döndüğüm Türkiye, teknik ressamlık diplomamı beğenmemiş ve ilkokuldan bozma bir Anadolu lisesine layık görmüştü beni. Dört yıllık kayıpla başlamıştım yarışa… İlle de üniversite!
Henüz elime almadığım diplomaya hak kazanmamla hayata atılmam bir oldu. Radyoda programcılık, tv’de yönetmenlik, belgesel oyunculuğu… Video dükkânı işletmeciliği… Muhabirlik… Çevirmenlik… Eğitmenlik… vs.
Yıllar sonra baktım; bir Zagor… Akmar Pasajı’nın girişinde, bir tezgâhın üzerinde. Ama ne Ceylan, ne de Tay, Lâl Kitap baskısı… Artık yaratıcıları Sergio Bonelli-Gallieno Ferri değil, Mauro Boselli… Okumadım; ama muhtemelen Zagor da eski Zagor değildi. Çizgisinden bildim; o bana pek dijital gelen çizgilerinden…
İçimdeki ateşi yeniden harlayan Tokyo Ghoul oldu; Sui Ishida’nın öyküsüne/çizgisine bir iki laf edebilirdim, lakin o ‘açılış’ müziği de neydi öyle: Anlat bana bu sistemin nasıl işlediğini!
Bir Hayao Miyazaki hayranı, sıkı bir Studio Ghibli takipçisi olarak düştüm Arkabahçe’nin Gerekli Şeyler’in, Akılçelen’in, Arunas’ın, hatta Marmara Çizgi’nin peşine…
Gördüğüm, manganın yeni yeni popüler kültür kulvarında koşmaya başladığı… Sanırım bunda, Naruto’yu yayınlayan turkanime.tv’nin hatırı sayılır bir katkısı var. Fuarlarda kimi stantlar sinek avlarken, manga basanların önü tıka basa artık…
Çoğu genç; 10-15 yaş arası… Sözleşmiş gibi siyah giyimli hepsi… Metallica’yı metalci saymıyorlar… Kiminin üzerinde fanart çizimi basılmış t-shirt, kiminin kulağında kurukafa küpe… Sanılır ki “cosplay” partisinden gelmekteler.
Bu manzarayı bir “umut” olarak okuyorum, tahminlerin tersine… Ve bir “geçiş” olarak görmüyorum kesinlikle… Yani, “Şimdi bunu okusun, sonra Yaşar Kemal okur!” diyenlerden değilim. Manganın bizatihi kendinin bir metin, ciddiye alınması gereken bir edebiyat olduğunu düşünüyorum çünkü.
Mangayı, kelime anlamından hareketle “kaygısız + resim” olarak görüp aşağılamak, yalnız panel ve konuşma balonundan ibaret sanmak, ciddi bir sınır ihlali, azıcık da fütursuzluktur kanımca. Gidişatı “eksik”, hatta “hatalı” okumaktır…
Fransa’nın muteber dergilerinden biridir Livres Hebdo… Yayın danışmanları da bir Alman: Rüdiger Wischenbart. Bu ikili, 2006 yılından bu yana Dünyanın En Büyük Yayıncıları listesini açıklayıp dururlar (son zamanlarda yanlarına Publisher Weekly’i de aldılar).
Yakın zamanda yenisi açıklandı bu listenin… 20 ülkeden 57 yayıncı seçildi; Finlandiyalı yahut Güney Kıbrıslı yayıncı var, ama bir Türk yayıncı yok!
Oysa burun büktüğümüz bir manga yayıncısının (Shueisha, Japonya) 2012 hasılatı 1 milyar 464 milyon dolar…
Japonya’da satılan her 10 kitaptan 3’ü manga da (her sene yaklaşık 2 milyar manga satılmakta), Avrupa’da yahut Amerika’da durum farklı mı? Çok değil, on – on beş yıl önce Frankfurt Kitap Fuarı’nda odak ülke Japonya’ydı ve yalnız mangaya koca bir bina ayrılmıştı. Yanlış okumadınız; bir salon, bir kat değil, bir bina… 4 yahut 5 katlı… Çevresini yürüyerek ancak yarım saatte dolaşabileceğiniz bir bina… Kaldı ki, bu denli yaygınlık kazanmamıştı manga…
Öte yandan, bir shounen (içeriği sebebiyle erkeklere hitap eden) olmasına rağmen “Death Note”u hangi akla hizmetle edebiyat dışı sayıyoruz, anlamıyorum. Kouta Hirano’nun “Hellsing”ini yahut Hiromu Arakawa’nın “Fullmetal Alchemist”ini…
Yalnız resim, yalnız öykü olarak kabul edebilir miyiz mesela bu üç mangayı?
İyimserlerin bile “karşı-edebiyat” olarak tanımladığı mangaya şans tanımalıyız bence… Sayfaları parfümlü derlemeler (“Menekşe Kokulu Hikâyeler” vd.) yahut “Grinin Elli Tonu”ndan daha doyurucu, daha lezzetli olduğundan hiç şüphem yok, elbette edebiyat bağlamında!
* Başlık, Şah Hatayi’nin “Değişmem” adlı türküsünden ödünç…