Berbat kitaplar… Kalem namusu… Ve korkunç halimiz!

Pazara göre eser üretene sanatçı denir mi? Hiç düşünmeden yanıt vermek mümkün. Ancak biraz soluklanıp, vaktiyle sipariş üzre yazılmış eserleri hatırlayınca, işin rengi değişiyor.

Birkaç yıl önce, şahsen tanımadığım, lakin paylaşımlarını merakla, iştahla takip ettiğim Fikret Tunçer, aforizmayla tokalaşan bir cümle paylaştı ve içimdeki bazı tortular yer değiştirdi: “Berbat kitaplar, yazma cesareti verir okuyana.”

Sonra Lenin’in dillere pelesenk şu veciz sözünü hatırladım: “Özel mülkiyetin temel olduğu bir toplumda sanatçı, pazara göre yapıt üretir.” Taşlar yerli yerine oturur gibi oldu; ancak içime otağ kuran acı hafiflemedi.

Nasıl hafiflesin ki… Çok satanlar listesine bakıyorum internetteki kitap satış platformlarının, gördüğüm manzara başımı döndürüyor.

Berbat kitapların, nice basiretsize yazma cesareti verdiğine defalarca tanık oldum. Tipik örneklerine, bilhassa çocuk edebiyatında çokça tesadüf ettim. Tesadüf ne kelime; böylesi kitaplar içinde boğuldum. Berbat kitapları aşkla, ihtirasla okuyan nice öğretmen, nice kütüphaneci, nice emekli sardı dört bir yanımı, son on, bilemediniz on beş yılda…

Elzem Gördüğüm Şeyler…

Üstelik bu basiretsizler, bu cesur berbat kitap üreticileri, öyle doyumsuzlar ki… Sehven yayımlandı diyelim eserleri, yetmiyor, peş peşe çıksın istiyorlar; bundan olsa gerek, nezaketen kitabını basan yayınevinin iznini dahi almadan, alfabetik sırayla çalıyorlar her yayıncının kapısını. Sadakat hak getire…

Belki görünmek arzusu baskın geliyor, belki başka bir şey. Benim elzem gördüğüm şeylerin ise esamisi bile okunmuyor.

Peki, bu berbat kitapları okuyup da yazma cesareti gösterenlere kızarken, şunu sormamalı mı: Yayıncıların hiç mi kabahati yok?

Olmaz mı? Yayıncılar da, çalıştığı okulu bağlayacağı, öğretmen/kütüphaneci arkadaşları sayesinde başka okulların da kapılarının aralanacağı umuduyla, “Sen de gel, ne yazmış olursan ol, çekinme gel!” diyorlar. Neredeyse okuma yazma bilen herkesin metnini basıyorlar. Bazen basım maliyeti adı altında para da alıyorlar.

Arzın Şımarttığı Kitabevleri…

Denebilir ki, alan memnun satan memnun, sana ne be adam?

Eskiden olsa şunu düşünürdüm: İyi bir eser, eninde sonunda kendine yer açar, okurunu bulur! Bugün ise şöyle düşünüyorum: İyi bir eserin önü açılmadığı müddetçe, bu hengame, bu kaos içinde kendi okurunu bulmak şöyle dursun, raf ömrü kelebeğinkinden bile kısa sürer!

Neden mi? Söyleyeyim: artık kitabevleri, arz karşısında şımarmış vaziyetteler; rafında bekleyecek kitaba tahammülü yok. Hele hele iyi edebiyat, kötü edebiyat gibi ayrımlara karnı tok. Bu yüzden okullara yakın kitabevleri dışında nadiren rastlanıyor felsefe, sosyoloji raflarına… Bir Spinoza, bir Lacan, bir Propp, bir Todorov, bir Santayana kendine yer bulamazken, nasıl ilgi görmelerini bekleyebiliriz ki şu yazarın, bu yazarın… Hele hele çocuk edebiyatı en ücra, en alt raflarda zar zor yer buluyorken kendine. Bulduğu bu yerin üçte ikisini de okul öncesi ve boyama kitapları dolduruyorken…

Estetik Yoksulu Heveskârlar…

Bu öyle bir döngü ki, ağzım bir karış açık kalıyor, içine sinekler doluyor!

Yazmaya hevesliler araştırma tembeli ve estetik yoksulu olduklarından, hemen ulaşabilecekleri, gündemdekileri takip ediyorlar. Onların edebiyat olduğunu tartışmaksızın kabul ediyorlar. Ürettikleri de az çok o makbul kabul ettiklerine yakın şeyler oluyor. Bir eleştirmen de (var sanki) çıkıp, “Ama bunlar paçavra! Bunlar çöp!” diyemiyor, piyasayı istila eden pespaye şeylere… Kim bilir hangi gerekçelerle…

Daha acısı da ne biliyor musunuz? Şöyle ya da böyle piyasada yeri olmasına rağmen görece edebi eser üreten çocuk yazarları da, bunları tartışmak yerine elim sende, mendil kapmaca, birdirbir oynuyorlar, nadiren bir araya gelinen ortamlarda…

Kabul; ben de bulundum böylesi ortamlarda. Neyse ki kimse 130 kiloluk insanın sırtına binmesini istemediğinden ve ben de buna gönüllü olmadığımdan pek fazla günaha girmiş sayılmam… Varsa da af ola!

Bu Yüceltmeler Adamı Kahrediyor!

Bizde kutsal kabul edilen meslekler var; biri öğretmenlikse diğeri kütüphanecilik… Kimse alınmasın, daha detaylı yazarım gerekirse, ama kütüphaneci, eninde sonunda derlemekle, arşivlemekle meşgul kişidir; her türlü kütüphane materyalini satın alır, bağış ve değişim yoluyla temin eder, bunları belirli bir düzenle istifler vs vs.

Bir doktor, bir çöpçü, bir terzi ne kadar değerliyse bir kütüphaneci de o kadar değerlidir. Gram fazlalığı, noksanlığı yoktur. Amma velakin işini iyi yapan vardır, kötü yapan vardır. Her meslekte olduğu gibi…

Demek istediğim, bir insan kütüphaneci diye, belirli bir yazma maharetine sahip olmasını bekleyemeyiz ondan. Çalıştığı kütüphanedeki tüm kitapları (kabaca söylüyorum) yalayıp yutsa bile… Anası babası yazarların şahı olsa bile… Değil bir, on bir okulu birincilikle bitirse bile…

Bu yüceltmeler de adamı kahrediyor doğrusu. Ve bu yüceltilmiş şahsiyetlerin yazdıkları baş tacı edilesileri kovdukça, tavsiye ettikleri nitelikçe üstün olanları arkalara ittikçe, kahrınız katlanıyor ve çekilmez hale geliyor, hırçınlaşıyor, kalp kırmaya başlıyorsunuz.

Üzücü ve Korkunç…

Tabii can yakıcı bir soru: Pazara göre eser üretene sanatçı denir mi? Hiç düşünmeden “şıp” diye, “pırt” diye, “doğru” ve en “mükemmel” yanıtı vermek işten bile değil. Ancak biraz soluklanıp, vaktiyle sipariş üzre yazılmış eserleri hatırlayınca, işin rengi değişiyor. Hele hele “büyüklere”, “kudretlilere”, “mülk sahiplerine” hediye amacıyla yazılanlar gelince akla…

Galiba tam da burada Lenin’e bir kez daha kulak vermek gerek. Ne diyor Lenin: “Bizim devrimimiz sanatçıyı bu son derece maddi koşullardan kurtardı. Devleti onların savunucusu durumuna soktu ve onları yasalarla korudu. Her sanatçı ya da kendini böyle gören herkes, hiçbir şeye bakmaksızın özgürce yaratma ve kendi idealini izleme hakkına sahiptir.”

Hiç kuşkusuz, bu, işin bir yanı… Ama öte yanda “okur” ve onun vasat ötesi hali var. Ondan da ötede, fevkalade çıkarcı, suiistimale yatkın, haktan hukuktan uzak, vicdandan mahrum, estetiğe yabancı, güce tapan, cahilliğiyle övünen bir halk var. Üzücü ve korkunç olan bu!

Ayrıca henüz tartışmaya vakit bulamadığımız bir husus var ki, o da “kalem namusluğu”… İyisi mi, sözü Ahmet Rasim’e verip susalım: “Muharrir de insandır. O da edepsiz, ahlâksız, dolandırıcı, hırsız, şu bu olabilir. Bu bir şahsi namus meselesidir. Ayıplayan ayıplar, fakat netice itibariyle kendinden başka kimseyi alâkadar etmemesi lâzım gelir. Fakat bir de kalem namusu diye bir şey vardır ki, o olmadı mı, dünyanın en büyük edibi olsa çekiver kuyruğunu…”

Velev'i Google Haberler üzerinden takip edin

ÖNERİLEN İÇERİKLER

WP Twitter Auto Publish Powered By : XYZScripts.com