Artık bir ‘niçin’ bile kalmadı elimizde…

Bugünün şartlarında yaşamak için bir “niçin” bulmak kolay değil. Ama belki de anlam, eksildikçe derinleşir. Her çöküş, bir başlangıcın habercisi olabilir mi? Nietzsche ve Frankl’dan bugüne, Türkiye’de insan neden hâlâ direniyor?

Bazı cümleler, yalnızca felsefî değil, varoluşsal bir eşik gibi durur insanın önünde. Nietzsche’nin Ecce Homo’da ortaya koyduğu ve Viktor Frankl’ın İnsanın Anlam Arayışı (Man’s Search for Meaning) adlı eserinde tekrar alıntıladığı o ünlü söz, tam da böyle bir cümledir:

“Yaşamak için bir ‘niçin’i olan, hemen her türlü ‘nasıl’a katlanabilir.”

Bir varlık cümlesi bu. Aynı zamanda bir sınır cümlesi. İnsan dediğimiz varlık, her zaman acının tam ortasındadır — savaşta, sürgünde, yoksullukta, yalnızlıkta, hastalıkta. Fakat bu acıyı anlamlandırabildiği sürece ona dayanabilir. Ve eğer bu acının bir “niçin”i varsa — yani onu haklılaştıran, yücelten, bir yöne çeken bir anlam — o zaman bu acı yıkım değil, dönüşüm olur.

Viktor Frankl, Nazi toplama kamplarında yaşadıklarıyla sınanmış bir psikanalisttir. Tüm ailesini kaybetmiş, kendisi yıllarca kampta kalmış, açlık, işkence ve ölümün yanı başında ayakta kalmaya çalışmıştır. Bu süre zarfında yalnızca bedeniyle değil, ruhuyla da bir şeyleri fark etmiş, bir tespitte bulunmuştur: İnsanı ayakta tutan şey ne sağlığıdır ne parası ne de gücü… Onu hayatta tutan şey, anlamdır.

Frankl’a göre anlam, her insana özgü ve kişiseldir. Herkesin “niçin”i farklıdır. Ama bir niçininiz varsa, en zor “nasıl”lara bile dayanabilirsiniz. Bu yüzden yaşamak bir tür anlam kurma çabasıdır. Kendine sorular sormak, neden yaşadığını bulmak ve onu kaybetmemek…

Nietzsche de benzer bir noktadan seslenir insana. Ona göre de insan, yalnızca bedeniyle değil, amacıyla vardır. Nihilizm, yani “hiçlik duygusu”, tam da bu anlam kaybından doğar. Anlamın yerini boşluk alırsa, insan yalnızca yaşamaz; çözülür. Nietzsche’nin “Tanrı öldü” sözüyle anlattığı kriz, tam da budur: Bir yön kaybı, bir pusulasızlık, bir amaçsızlık hâli…

Bugünün insanı da, belki Frankl kadar dramatik olmasa da, kendi anlamsızlık sınavından geçiyor. Bu sınav bazen ekonomik buhran, bazen ilişkilerdeki boşluk, bazen de yalnızca ekran ışığına bakarak geçen uzun saatlerde tezahür ediyor. Ve işte tam bu noktada Frankl ile Nietzsche el ele verip bize şunu fısıldıyor:

“Eğer bir ‘neden’in yoksa, hiçbir şeye dayanamazsın. Ama bir ‘niçin’in varsa, en dayanılmazı bile çekilir kılabilirsin.”

Anlamın Çöküşü: Tükenmiş Zihinler Çağı

Her çağın bir kırılma noktası vardır. Modern zamanların kırılma noktası ise anlamın merkezden kayboluşudur. Önce kutsal metinlerin buyruğu azaldı; sonra ideolojiler yorgun düştü; nihayetinde birey, yalnızca kendine kaldı. Ama ne gariptir ki insan, en çok kendine kaldığında kaybolur.

Gelenek çözülünce, o geleneğin içinde yer bulan anlamlar da çözüldü. Artık insanlar neyi neden yaptığını sormuyor; yalnızca nasıl yapacağını düşünüyor. Anlamdan çok yöntem, değerlerden çok performans, inançtan çok verimlilik peşindeyiz.

İşte bu yüzden artık daha az sinemaya gidiyoruz. Daha az kitap okuyor, daha az sergi geziyoruz. Sadece ekonomik gerekçelerle değil — çünkü içten içe “neden”imizi kaybettik. Neden sinemaya gidiyoruz? Neden şiir okuyoruz? Neden yavaşlıyoruz? Bu “neden”lerin cevabı boşlukta kalınca, eylem de sönüyor.

Pandemiden sonra sanki daha da belirginleşti bu yıkım. Kimimiz evde kaldı, kimimiz içeri alındı. Ama çoğumuz dışarıda da olsak içerideydik aslında. İçeride, kendi zihnimizin kafesinde. Çünkü yalnızca demir parmaklıklar değil, görünmeyen sınırlar da tutsak eder insanı. Bugün hepimiz bir tür içgöç yaşamaktayız: Şehirlerin içine, evlerin içine, ama en çok da kendi içimize doğru çekilmekteyiz. Kapanarak değil; küçülerek…

Bu anlamda son çeyrek yüzyıl, yalnızca ekonomik bir gerileme değil, aynı zamanda kültürel ve ruhsal bir çöküş… Bugün “yaşamak” eylemi, bir direnç biçimine dönüştü. Eskiden hayat akardı, şimdi sürükleniyor gibiyiz. Ve bu akışta tutunmak için anlamdan başka bir şey yok elimizde.

Ama işte anlam da uzaklaşıyor. Elimizden kayıyor. Daha doğrusu, elimizde tutamadığımızı fark ediyoruz. Frankl’ın kampta sorduğu soruların benzerini artık kendi gündelik hayatımızda soruyoruz:

“Bunun bir anlamı var mı?”

“Bu sabah neden kalktım?”

“Neden dayanıyorum?”

Bunlar, bir zamanlar felsefenin, teolojinin, edebiyatın alanına girerdi. Şimdi ise sokakta, hastanede, ofiste, otobüste konuşuluyor. Belki tam olarak sözcüklere dökülmüyor, ama içimizde titreşiyor. Ve cevap bekliyor.

Bugünün yorgun insanı, artık daha fazla şey istemiyor. Daha az şeyin “anlamlı” olmasını istiyor. Daha az kelimeyle anlaşmak, daha az eşya ile yaşamak, daha az lafla kendini ifade etmek istiyor.

Ama bu sadeleşme, bir arınma değil; çoğu zaman bir çöküş. Çünkü anlam yoksa, hiçbir sadelik gerçek değildir.

Ve tam da bu noktada Frankl yine karşımıza çıkıyor: “İnsan, anlam üretme kapasitesiyle insandır.” Ama bu kapasiteyi kullanmak, durmayı, düşünmeyi ve yüzleşmeyi gerektirir. Oysa biz artık en çok bunlardan kaçıyoruz.

Anlamı Nerede Aramalı?

İnsan, bir varlık olarak kendi varoluşuna bakabilen yegâne canlıdır. Sadece yaşamaz; yaşadığına tanıklık eder. Bu tanıklık, anlam arayışını doğurur. Ve bu arayış, kimileri için bir yolculuktur; kimileri içinse bir yüktür.

Viktor Frankl, anlamı dışarıda değil, içeride aramamız gerektiğini söylerken bir içgörü sunar: “İnsanın nihai özgürlüğü, koşullar ne olursa olsun kendi tavrını seçebilmesidir.” Yani dış dünya belirsiz, kaotik ve zalim olabilir; ama insanın kendi iç dünyası, anlamla donatıldığında, tüm bunlarla baş edebilir.

Ancak bugün anlam, çoğu zaman yanlış yerlerde aranıyor. Bazıları başarıda arıyor — daha yüksek maaşta, daha çok takipçide, daha parlak bir CV’de. Bazıları hazda arıyor — iyi bir yemekte, geçici bir mutlulukta, kısa süreli bir zaferde. Bazıları ise geçmişin hayalinde veya geleceğin korkusunda… Oysa anlam, dışsal bir ödül değil; içsel bir yönelimdir.

Frankl’ın kendi ifadesiyle: “İnsan, başarıyı kovaladıkça ondan uzaklaşır; anlamı kovaladığında ise, başarı, mutluluk ve hatta huzur, ona sessizce yaklaşır.”

Peki, ama biz bu içsel yönelimi nasıl yakalayacağız?

Burada üç temel yol öneriyor Frankl…

Bir şeye katkıda bulunmak (yaratmak): Bir kitap yazmak, bir sofra kurmak, bir çocuğa iyilik etmek… Kimi zaman küçük, ama anlamlı bir eylem yeterlidir.

Birini sevmek, ona bağlanmak: Anlam, çoğu zaman bir diğerine duyduğumuz bağlılıkta saklıdır. Bir annenin evladına, bir dostun diğerine, bir insanın bir fikre sadakatinde…

Kaçınılmaz acıya karşı takındığımız tavır: Frankl’a göre en derin anlamlar, acı karşısında şekillenir. Katlanmak değil, dönüştürmek: Acıyı taşımak, ama onu bir dirence çevirmek.

Burada dikkat edilmesi gereken, bu yolların hiçbiri “büyük” olmak zorunda değil. Zira Frankl’ın da dediği gibi, anlam, görkemli bir hayatta değil; içten yaşanmış bir an’da gizlidir.

Bugün ise bu “an”lar, elimizden kayıyor. Oturup bir kitabın kapağını açmaya vakit bulamıyoruz. Sessizce bir dostu dinlemeye sabrımız yok. Bir çiçeğin kokusunda bile anlam aramayı unuttuk. Çünkü yavaşlamaktan korkuyoruz. Ama belki de anlam, tam da burada yatıyor: Korkuda değil, ona rağmen atılan adımda.

Eksilerek Yaşamak: Bu Çöküşten Anlam Doğar mı?

Son yirmi yılda, bu ülkede yaşayan bir insanın “biriktirmek” değil, “eksilmek” üzerine kurulu bir hayat sürdüğünü inkâr etmek zor.

Ekonomik olarak eksiliyoruz — alın teriyle geçinmek imkânsızlaştı.

Kültürel olarak eksiliyoruz — sinema salonları, sergi açılışları, kitapçı rafları boşalıyor.

Sosyal olarak eksiliyoruz — dost meclisleri dağıldı, sokaklar güvensiz, kahvehaneler bile sessiz.

Aileler küçüldü, komşuluk azaldı, samimiyet lüks oldu.

Dini değerler bile kamusal bir baskı aracına dönüşüp, anlamını kaybettiğinde, birleştirici değil ayrıştırıcı hâle geldi.

Birbirimizi kaybettik belki — ama asıl fena olan, kendimizi kaybediyor oluşumuz.

Yavaş yavaş… Sessizce… Hiç fark etmeden… Ve bütün bu eksilmelerin ortasında, en çok duyulan cümle şu: “Artık hiçbir şeye inancım kalmadı.”

İnanç derken dinî bir imanı kastetmiyoruz burada. İnsana, yaşama, birlikte yaşamanın onuruna, geleceğe, umuda dair bir inanç… Yani hayatta kalmaya değil, yaşamaya dair bir “niçin”.

İşte burada yeniden dönüyoruz Frankl’a. Ona göre insanın başına gelebilecek en büyük felaket, acı çekmesi değildir. Anlamsız acı çekmesidir. Çünkü bir anlamla kuşatılmış acı, sabredilebilir, hatta dönüştürülebilir. Ama anlamdan kopmuş bir acı, ruhu da beden gibi yaralar.

Bugün Türkiye’de yaşanan tam olarak budur: Eksiliyor, daralıyor, yalnızlaşıyoruz — ama en fenası, tüm bunları boşuna yaşıyor gibi hissediyoruz.

Bu yüzden bugün, yaşamak için bir “niçin” bulmak, hem bir içsel görev hem de bir toplumsal sorumluluk…

 

Velev'i Google Haberler üzerinden takip edin

ÖNERİLEN İÇERİKLER

WP Twitter Auto Publish Powered By : XYZScripts.com