Sırrı Süreyya Önder’den bir manifesto: ‘Otorite en çok sadakate muhtaçtır’

Bugün, yaşamını yitiren Sırrı Süreyya Önder; yönetmen, yazar ve siyasetçi kimliklerinin yanında iyi de bir hatipti. Önder'in 2023'te İzmir'de düzenlenen İkinci Yüzyılın İktisat Kongresi'nde yaptığı "sadakat" konulu konuşması, vefatının ardından yeniden gündem oldu. Önder'in o konuşması sadakat konusunda adeta bir manifesto niteliğinde...

  • ü
  • 03 Mayıs 2025
  • ü
  • Gündem

Geçirdiği kalp krizi sonrası ameliyat edilen ve 18 gün verdiği hayat mücadelesini bugün kaybeden DEM Parti İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder; hatipliğiyle de adından söz ettiren ve çevresini oldukça etkileyen biriydi.

Sırır Süreyya Önder’in vefat ettiği haberinin yayılmasınyla paralel şekilde; sosyal medyada bir konuşması da aynı hızla yayılmaya başladı.

2023 Mart’ında İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından düzenlenen “İkinci Yüzyılın İktisat Kongresi”nde yaptığı konuşma, binlerce kişi tarafından paylaşıldı.

Sırrı Süreyya Önder’in “sadakat” konulu o konuşması; bu konuda adeta bir manifesto niteliğinde…

‘BİRBİRİMİZE OMUZ HİZASINDAN BAKALIM’

“Merhaba değerli misafirler. Tek tek saymayayım. Protokolde çok çalıştım. Meclis İdari Amirliği bile yaptım ama hangisi önce söylenir, hangisi sonra söyleni,  bunun büyük küskünlükler yarattığını biliyorum. Bütün misafirler diyelim. Hepimiz birbirimize omuz hizasından bakalım. Hepiniz hoş geldiniz.

Şikâyetçi olduğum bir husus var. Bu tanımlanamamak aslında bir meziyet falan değil. Daha cömert davrandığını düşünenlere de pigment muamelesi yapıyorlar. ‘Meclisin renkli kişiliği’ falan diyorlar. Ama savcılar ve mahkemeler cezaevine atarken hiç bu renge menge bakmıyorlar. Gardiyanlarda da işe yarıyor. Ben son cezaevine girdiğimde yani yasama görevi bitip, cezaevi görevi başladığında gardiyanlar ‘Mecliste beraber görevi yaptığınız arkadaşlarınız da var burada’ dediler. Mecliste o kadar yakıcı konuşmalar yaptığımı zannediyordum ki sadece güldükleri konuşmaları hatırlattılar bana. Benim de aklıma Brecht’in, Bertolt Brecht’in bir sözü geldi. Tiyatro eserleri için söylemiş. Mealen şöyle bir şey, Almancayı 80’li yıllarda cezaevine girdiğimde dativ genetiv kısmına kadar öğrenebilmiştim. Çünkü Almanca bilen yoktu koğuşta, bir kitap elimize geçmişti. Dativ genetiv kısmına kadar geldim. Für Ausländer Deutsche Sprache diye bir göçmenler için bir kitaptı.

Dativ genetiv kısmında bir insan evladının bu dili öğrenebileceğine olan bütün inancım yerle bir oldu. Nazım Hikmet de çok çekmiş bundan. Artikel bahsinden çok çekmiş. Şöyle bir mısrası var, Rusça öğrenmeye çalışırken yapmış bunu. ‘Dilde devrim yaptım, bütün artikelleri attım’ demiş. Fakat Almanlar bunu kabul etmeye yanaşmadılar. Tıpkı Avrupa Birliği maceramızda olduğu gibi. Onlar almak istemiyorlar. Biz girmek istemiyoruz. Ama bu memlekette bir bakanlığı var. Ve yüzlerce bürokrat çalışıyor orada. Böyle bir garip ülkeyiz.

Böyle bir girizgah yapalım. Brecht’in lafından yola çıkmıştım. Brecht şey diyordu. ‘Beni güldürmeyen şeye güler geçerim’ diyor.

Bana bu program geldiğinde sadakat bahsinde konuşacağımı görünce bunun bir şaka olabileceğini düşündüm. Hayatta gerçeklik hariç hiçbir şeye sadakat duymuş bir insan değilim. Hiçbir şeye. Onun için biraz konuşmayı buradan alayım ve bakalım hele nerelere gelecek. Faşistler tarafından 70’li yılların sonunda katledilen Bedrettin Cömert, Gombrich’in sanırım sanatın tarihi kitabının çevrisini yapmıştı. Hafızam bana oyun oynuyor olabilir. Beni bağışlayın. Orada ‘Bir kunduracı bile sanat hakkında konuşurken mutlaka kunduracıca bir şeyler söylemeli’ diyordu. Ben de işim biraz edebiyat, sanat ve siyaset ayağını anlatmaya çalışacağım.

OTORİTE VE SADAKAT

Sadakat kendi başına çok bir şey ifade etmiyor. Başka kavramlarla anılmaya ihtiyacı var. Ya da başka kavramların kendilerini tarif ederken vazgeçemedikleri 3-5 demirbaş kavramdan birisi ve bunların en başta geleni otoriterlik ve otorite. ‘Otoritenin en muhtaç olduğu olgu sadakattir’ dersek yanlış yapmış olmayız. Tüm enerjisini bizleri sadakat içerisinde tutmaya harcar. Resmi ideolojiye, kutsallara, tabulara, babaya, devlete, krala, sınırlara geleneklere, örf adetlere böyle uzar gider bu işte. Tarihin başlangıcından beri de böyledir. Şimdi burada Türk ceza kanununun 301. maddesi devreye giriyor. Bir kutsala laf etmeden bakalım bir cümle kurmayı becerecek mi?

Tarihin en eski zamanına gidiyoruz. Tanrıyla şeytan bir olmuşlar. Eyüp peygamberi sadakatle sınamışlar. Yani tanrıyla şeytan bir oluyor peygamberi sadakatle sınıyorlar, dünyanın çilesini çektiriyorlar. Buna karşılık tarihte iyi anılmaktan başka bir şeyi yok. Yaraları iyileşiyor iyi ama bununla sınanmadan önce Eyüp peygamberin bedeninde yaraları yoktu.

ERMENİLER VE SADAKAT…

Biraz daha yakın tarihe gelelim. Bu toprakların yaşadığı en büyük acılardan birine değineceğim. Bu acıya karşı Ermeni halkından bahsedeceğim. Bu acıya karşı resmi tarihin savunması çok ilginçtir. Sadakatle başlıyor. Kelimeyi söylediğimde, iki kelime hepiniz hatırlayacaksınız. Milleti sadıka, sadık millet. Ermeniler o tarihe kadar kıyıma, yıkıma, büyük acılara, tehcire uğradıkları tarihe kadar sadık millet olarak anılıyor. Bu bizi nereye götürüyor? Onlar sıdk ile sıdk sadakatin Arapça kökenidir. Sadaka kökünden telafuzu yanlış olabilir. Tilaveti de kaybettim ama sıdk ile hizmet ettikleri zaman iyiydi. Onlar sadakatı bıraktılar. Dolayısıyla başlarına geleni hak ettiler. Bakın otorite sadakata ne kadar muhtaç. Dolayısıyla hemen ardından bu iki kelimeyle biz onların efendileri olmuş oluyoruz. Bunu söylemeden onlar da bizim sadık hizmetkarlarımız ya da bendelerimiz. Hemen bir görev tarifi yapılıyor. Böyle sadakatsizlikler yapınca ‘Başlarına gelenleri hak etmişlerdir’i söylemeseniz de olur ki genellikle söylenmez. Bu kadarını sen endoktrine edince kafaların birçoğu böyle düşünmeye başlar.

Şunu da kayda geçirebiliriz. Başta ne dedik, ‘otoritenin en muhtaç olduğu olgu sadakattir’ dedik. Hiyerarşinin de en muhtaç olduğu şey sadakattir. Eğer sadakat ilişkisini tesis edemezse hiyerarşi olamaz.

SİNEMADA SADAKAT

Tiyatro, film, dizi, sinema, edebiyat buralarda çok görmüştürsünüz. Krala, yurduna, ailesine, atına, itine böyle sadakat çok anlatılır. Ama genellikle edebiyatta ve sanatta işlenen biçimi aşk ve ilişkiler üzerinde. Orada da sadece kadına giydirilmeye çalışılan bir deli gömleğidir. Erkek bundan münezzehtir, varestedir. Hiçbir şekilde sorumlu tutulmaz. Herhangi bir Kara Murat serisi, Karaoğlan serisi, Türkiye’nin bu tarihi filmlerini, halen dönmekte olan filmlerini, adına komedi denilen filmlerini, komedi zannedilen, komik zannedilen filmlerini izleyin. Erkek gider Bizans, Rum, bir cümle gayrimüslimin kadınlarıyla tecavüze varan her türlü şeyi yapar bırak kınanmayı hor görülmeyi bu onun erkekliğinin bir nişanesine dönüşür. Bir de köy filmleri, hiç yabana atmayın hani sinemamızda köy filmleri diye anılan filmler. Kadın Zorba Ağa’nın ya da tırnak içinde ‘kahpe Bizans’ın tecavüzüne uğrar. O şartlarda bile herkes beni bağışlasın. Başka türlü ifade etmek mümkün değil. Özür dileyerek söylüyorum. İlk yediği damga orospu damgasıdır. Ve hiçbir orospu da filmin sonunu göremez. Filmin sonunda onlar yaşamazlar.

Öyle bir film Türkiye’de final yapabilemez. O bir an önce kurtulunması gereken bir şeydir. Tıpkı gerçek hayattaki kadın cinayetleri gibi. Ortadan bir an önce kaldırılması gereken. Şimdi üstelik bu erkek egemen bakış yeniden yeniden her gün üretilerek dolaşıma sokulmaktadır. Masum zannedilen, cahillikle açıklanmaya çalışılan ya da yönetenin ya da yazanın ne kadar da iyi niyetli olduğuyla geçiştirilmeye çalışılan şeyler aslında bu stereotipi dediğim gibi her gün hayatımıza sokuyor. O zaman sadakat için bir şey daha söylememiz lazım. Erkeklik ideolojisinin de en çok muhtaç olduğu şeydir. Ve arsızca her gün üzerinde tepinir. Dolayısıyla sadakat çok matah bir şeye benzemiyor buraya kadar. Şimdi Şimdi filmimize geçebiliriz.

ZÜĞÜRT AĞA’YA SADAKAT…

Hepinizin iyi bildiği her Fischer ve diğer Alman misafirlerimiz bizi bağışlasınlar. Onun dışında kalan yerli ve milli misafirlerimizin çok iyi bildiği bir film söyleyeceğim. Film adı söyleyeceğim. Ve hepinizin yüzüne bir gülümseme yayılacak. Züğürt Ağa, hep iyi hatırlarız. Yazan Yavuz Turgul’dur. Senaryosu ona aittir. Selamlayalım buradan. Nesli Çölgeçen rejisini üstlenmiştir. Yetkin bir ustadır. Şener Şen, Füsun Demirel, Erdal Özyağlıcılar gibi çok usta oyunculardan oluşan bir kadrosu vardır. Ve Türkiye sinemasında yapı taşı filmlerden birisidir ama konumuzla alakalı bir yerde bir garabet içermektedir. Şimdilerde moda ya, bir sosyal deney yapsak. Kabaca şöyle bir şey: Bir feodal üretim değerler sisteminin çözülmeye ve aşınmaya başladığı bir Anadolu parçasında bir toprak sahibi artık bunu serf diye mi derebeyi diye mi nasıl çevirmek gerekir. Bir derebeyi diyelim biz çünkü insanların da sahibidir. Bulunduğu köyün tavuğuna, ineğine, insanına, toprağına, evine vesaire komple sahip bir adam vardır.

Birtakım zaafları vardır. Çiğ köfte yoğurmak yani eti pişirmeden bulgurla karıştırmak. Normalde güçsüz bir insan olmasına rağmen güreşte başkalarını yenmesi karşılığında aç ve yoksul insanlara yemek dağıtmaktadır. Sonra tamam Şener Şen usta oyuncu, görünce gülüyoruz. Yavuz Turgul gerçekten talebeliğini de yaptım büyük yazar, talebesi olunası bir yazar ama bakın ediyorsam söyleyin, hikaye böyle bir hikaye. Sonra Kekeş Selman diye birisi gelir. Film zaten o derebeyliğin göstergesi olan adamın çizmeleri, gösterişli çizmesiyle başlar. Kekeş Selman’ın köye girişi de yalın ayak girmesiyle tarif edilir. Ondan sonra bir gün bu ağanın buğdaylarını çalmaya karar verirler. Çünkü bu ağanın babası para karşılığı ikinci, üçüncü evlilik yapmanın yollarını zorlamaktadır. Evlendiği gece ölür falan. Hepiniz filmi hatırladınız. Neyi murad ettiğimi de anladınız. Film böyle bir film.

KÖYLÜNÜN SADAKATİ…

Ama biz bunu çok güzel bir film olarak hatırlıyoruz. Sebebi şu: Bu masum köylüye karşı, biz normalde Şener Şen’i tutmamalıyız. Şener Şen o kadar usta bir oyuncu ki, o karakteri bize o kadar sevdiriyor ki, birdenbire kendimizi Şener Şen’i canlandırdığı karakteri tutarken görüyoruz. Biz normalde o köylülerin yanında olmalıyız ama bize Şener Şen’i tutturan onun performansı kadar köylünün ona sadakatle davranmaması. Bakın filmin bütün kırılma noktalarında o sadakat sözleşmesinin ihlal edilmesi yer almaktadır.

Dün bu kente geldim. Gündoğdu Meydanı’nda bir başka etkinlikteydim. Newroz kutlandı, orada konuşmacı olarak yer aldım. Şimdi sadakat bahsinden oraya gitmesek ayıp olur. İzmir İktisat Kongresi’ne önce bir değinmek lazım. İzmir İktisat Kongresi bu ‘urtta sulh, cihanda sulh’ sözünün ilk ya da ikinci sarf edildiği yer. Tarihçi değilim. Eee farklı yorumlar var. Misak-ı Milli’den daha azına razı olunmuş ve bütün batıya ‘Biz sizin Orta Doğu’daki hesaplarınızla ilgili değiliz’ denmiş. Ve bunun karşılığında yani o karbon kaynakları bugün bize yeşil politikalar, sol politikalar, çevre politikaları olarak Avrupa’nın ambalajlamaya çalıştığı ama kendisinin tepine tepine kullanmakta hiçbir beis görmediği, uğruna nice savaşların çıktığı petrol kadar akan kanların olduğu bir coğrafyaya Atatürk ‘yurtta sulh, cihanda sulh’ diyerek bir barış mesajı vermemiş aslında. Bu benim fikrim. Yani ‘Sizin oradaki hesabınızla biz ilgili değiliz. Osmanlı’dan elimizde kalan bu bakiye ile kendi yağımızda kavrulacağız’ demiş ve bunun karşılığında 100 yıllık bir avans almıştır. Biz de ülkeyi bu 100 yıl o lafla buraya getirmişiz.

KART KURT’TAN, V’DEN W’YA…

Bu başlangıçtaki ‘biz’ kavramı giderek teke indirgenmiş, teke indirgemek için de mutlaka o bizim dışında kalanların bir ya da bir kısmını düşmanlaştırılması gerekir. Hayatın doğası bu. Bu da yapılmış, ben işte ötekileştirilen bir kesimin çok değer verdiği, Orta Doğu’daki bütün halkların kutsal saydığı bir bayramda konuşmacıydım. Ama Türkiye’de kısa bir resmi tarihi var. Onu söylemek istiyorum. Önce zinhar yasaktı. Önce Kürt yasaktı. Kürt yoktu. Dağda yürürken kart kurttu. Sonra Newroz olabilir dediler çünkü 91 yılında ve 92 yılında 31 kişi yanılmıyorsam Newroz kutlamaları sırasında hedef gözetmeksizin açılan ateş sonucu katledildiler. Sonra ‘Nevroz’u kutlayabilirsiniz ama W ile yapamazsınız dediler. İzmir’de bundan dolayı 7-8 kişi ceza aldı. Herhalde absürtlük tarihine geçecek bir şeydir. Nevrozu V ile yazmakla W ile yazmak arasındaki farktan hapis cezası almak. Bu da bize nasip oldu çok şükür.

Sonra bugün egeldik, İzmir’e özgü bir durum değil. İzmir bu çoğulculuğun en geç terk edileceği, en çabuk kazanılacağı bir bölge. Tarihsel olarak kozmopolit yapısından dolayı, kültürel dokusundan dolayı. Avrupa’da da böyle. Fransa’da 90 yaş üstü nüfus 100 bini geçti epeydir. E bunlara bakmak için o kara çocukları sigortasız çalıştırmak lazım. Onları sigortasız çalıştırıyor ama mahallesinde de görmek istemiyor. E burada da uzunca bir dönem Kür’de reva görülen midye işçiliği, midye çıkarmaktı. Ve yüzme bilmeyen Mardinli çocuklar midye çıkarıyorlardı. Fakat zamanla kendileri olarak yaşama talepleri baskın geldi. Ötekileştirmeye karşı, yok saymaya karşı, sevimli sevimsiz birçok şeyi yaşanarak bugüne geldik.

Son söz olarak, sadakat sınırlara ihtiyaç duyar. Sınırlar çizer. Madem ki çizilebilen bir şey o halde silinebilen bir şey olarak da görebiliriz sınırları. Ben İzmir Belediyesi’nin bu gerçekten çok nitelikli adımının bir kendi vadisini oluşturma ve o vadiden akma ve bunun yönlendiriciliğinin bütün ülkeye yayılması, giderek bütün bölgesel bir hüviyet kazanması… Çünkü bizde düşman ihtiyacı bitmez ama en yakın komşularımıza sarmakla biliniriz.”

Velev'i Google Haberler üzerinden takip edin

ÖNERİLEN İÇERİKLER

WP Twitter Auto Publish Powered By : XYZScripts.com