Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türkiye’ye resmî ziyarette bulunan, Endonezya Cumhurbaşkanı Prabowo Subianto’yu Cumhurbaşkanlığı Sarayı'nda resmî törenle karşıladı.
Antalya Diploması Forumu için Türkiye’ye gelen Endonezya Cumhurbaşkanı Prabowo Subianto, Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda Erdoğan tarafından resmi törenle karşılandı, TBMM’de ağırlandı, Meclis kürsüsünde konuşma yaptı. “Atatürk’e hayran” olduğunu söyleyen Subianto ayakta alkışlanırken, Antalya’da ise Cumhurbaşkanı Erdoğan’la samimi pozlarıyla dikkat çekti.
Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni Ahmet Hakan da bugün, Erdoğan ile Subianto ile çekilmiş samimi fotoğrafını köşesine taşıdı. “Endonezya Cumhurbaşkanı ile bizim Cumhurbaşkanı iyiden iyiye kanka olmuş durumda” diye yazan Hakan, “Ahmet Şara ile Hakan Fidan arasındaki aşırı samimiyet fotoğraftan taşıyor. Ve arada eski dostum Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Sefer Turan’ı görüyorum. Daha ne olsun” notunu düştü.
Ancak Endonezya Cumhurbaşkanı Prabowo Subianto’yla ilgili bir yazı, verdiği pozlar ve mesajlarla Türkiye’de “gönülleri fetheden” bu ismin, ülkesindeki karanlık geçmişini gözler önüne serdi.
TheTurkishPost’tan H. Agah Kalender’in yazısında, “Koltuğuna yeni oturdu. Ama bir milli damat… Eski Cumhurbaşkanı Sukarno’nun kızıyla evliydi. Sonra ayrıldı. General… İşkenceci olduğu iddiasıyla ordudan ihraç edildi. Subianto’nun komutasındaki birlikler, 1998’de en az dokuz aktivisti kaçırdı ve işkenceden geçirdi. Şubat 1997 ile Mayıs 1998 arasında, hâlâ ‘kayıp’ olan 13 aktivistin kaçırılmasını organize ettiği de söylendi” bilgileri paylaşıldı.
Subianto’nun Savunma Bakanlığı yaptığı hatırlatan yazıda, “Kayınpederini istifa ettirdi. ‘Hayır’ dedi, iddiaları yalanladı; ‘İsyanların arkasında ben yoktum. Bu büyük bir yalan. Ben Suharto’ya asla ihanet etmedim. Ben Habibie’ye asla ihanet etmedim. Ben ülkeme asla ihanet etmedim. Beni günah keçisi yapmak isteyen, belki de kendi katılımlarını gizlemek isteyen belli bir grup vardı…’. Fakat o kadar da masum değil. Biraz sonra anlatacağım hikayeyi okuyunca siz de hak vereceksiniz. Acıyla dolu bir geçmişin üzerinde oturduğu gerçeğini bir türlü zihnimden atamıyorum” değerlendirmesi yapıldı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Endonezya Cumhurbaşkanı Prabowo Subianto’yu resmî törenle karşıladı.
Kalender’in yazısında aktarılan ve Subianto ile kayınpederi Suharto’nun karanlıkgçemişni gözler önüne seren yazıdan bazı bölümler şöyle:
“Muhsin Altun’un ‘Dindarca Öldürmek’ kitabından öğrenmiştim Endonezya’da yaşananları… Zihnimde ve yüreğimde o kadar yer etti ki Endonezya’ya dair ne duysam ne görsem hep o masum ve mazlumları düşünürüm. Dikkatlı okuyucular hatırlayacaktır, haftalar önce burada yazmıştım. Şimdi o yazıyı özetleyerek tekrar bilginize sunuyorum. Ve Ey okur! Endonezya’nın çığlığına seni de ortak etmek istiyorum. Hasta yatağımdan kalkıp bu satırları yazacak kadar var mıymış? Siz karar verin…
ENDONEZYA’DA NE OLDU?
Endonezya deyince aklıma Suharto gelirdi. İnanmış bir adam… Müslüman bir lider olarak tanıdım ilkin. 1990’lı yıllarda ‘başbakan’ koltuğuna oturan Necmettin Erbakan’ın ‘D-8’ projesinde hemen yanı başında oturuyordu. Kendisine sempatiyle bakmamın nedenlerinden biri Erbakan’ın bu kefaletiydi belki de… Yıllar önce Mehmet Şevket Eygi küçük bir risale yazmış. Bugün Gazetesi neşriyatı olarak yayınlanmış. Adı ‘Müslüman Endonezya milleti kızılları nasıl temizledi?’ Eygi’nin kanlı 1 Mayıs’ın tahrikçilerinden olduğunu da unutmamak lazım. Endonezya’daki olaya bakışı da fazla ideolojik ve çarpık…
Acaba katliamın ayrıntılarını, olayların gerçek yüzünü bilseydi yine bu kitabı yazar mıydı? Sanmıyorum, Allah’a ve ahiret gününe inanan hiç kimse bu katliamı kutsayamaz. Hiçbir kalp bu kadar merhametsiz, hiçbir yürek bu kadar acımasız olamaz. Eygi bile… “İhtimal ki, olayı tek yönlü ve eksik bilgilerle öğrenmiş” diye rahmetli hakkında hüsn-ü zanda bulunmak istiyorum.
Söz konusu olaylar hakkında internet ortamında kolay ulaşacağınız film ve belgeseller bulunduğunu hatırlatayım. 2012 tarihli “Öldürme Eylemi” adlı belgesel öne çıkanlardan biri. Katliamların izini süren yapım… Yönetmen Joshua Oppenheimer adını vermediği Endonezyalı bir meslektaşıyla birlikte gerçekleştirdiği belgeselde kamerasını cuntanın uzantısı tetikçilere yönelterek dünya tarihinin eşini kaydetmediği vahşetin ayrıntılarını bütün çıplaklığıyla ortaya koymuş.
Tahmin edileceği gibi belgesel Endonezya’da yasak… Kim utancıyla, suçuyla yüzleşmek ve hesaplaşmak ister ki… Başka filmler var. Antropolog Robert Lemelson’un yönettiği “Sessizliğin 40 Yılı” bunlardan biri. 2009 yılında Amerika’da gösterime girdi. 2014 yapımı “Sessizliğin Bakışı” bir başka filmi.
Asya kıtasında Pasifik ve Hint okyanusları arasında yer alan Endonezya dünyanın en kalabalık nüfusuna sahip ülkelerden biri. Bir ada ülkesi… 17 binden fazla küçük kara parçacıklarından oluşuyor. Bu adaların en büyükleri Sumatra ve Cava. Turistik belde Bali Endonezya’ya bağlı… Evet, coğrafya olarak bize epey uzak. Gönül coğrafyamızda da yok.
1 Ekim 1965 sabahı… Endonezya’nın başkenti Jakarta gün ağardıktan sonra bir grup subayın başlattığı bir darbe girişimine sahne oldu. Kendilerini “30 Eylül Hareketi” olarak tanıtan darbeciler ordunun üst kademesinden 6 generali kaçırıp öldürdü. Çevresini askerlerin sardığı radyo binasında spikere zorla okuttukları bildiride, ülkenin kurucu lideri Sukarno’yu antikomünist generallerin darbesinden korumak üzere harekete geçtiklerini duyurdular.
Sukarno, ortalıkta görünmedi. Geride kalan komutanların en kıdemlisi olan Stratejik Rezerv Komutanı Suharto, komutayı ele aldı, aynı günün akşamı tek kurşun atmadan darbe girişimini bastırdı. Darbecilerin karargâh olarak kullandığı hava üssünde bulunan iki sivilin itirafları üzerine ordu darbe girişiminin arkasında Endonezya Komünist Partisi’nin olduğunu açıkladı. Radyodan ulusa seslenen Suharto konuşmasını “Hepsinin kökleri kazınacak” diye bitirdi.
“ENSAR” MİLİSLERİ
Ardından büyük bir katliam ve kıyım başladı. “Ensar” adı altında örgütlenen dindar çete ve gruplar Ekim 1965 ile Mart 1966 arasındaki 6 ay içinde bir milyonu aşkın insanı “komünist oldukları ve darbe girişimine katıldıkları” suçlamasıyla öldürdü. Ordunun imkanları kısıtlı olduğu için Suharto rejimi çareyi Müslüman dindarları komünist diye yaftaladıkları gruplara karşı seferber etmekte buldu. Dindar örgütler ve ülke çapında tanınmış hocalar komünistlerin kafir, ateist ve sapkın inanca sahip olduklarını ve onları öldürmenin sevap ve ibadet sayılacağı yönünde fetva verdi.
Ensar milisleri, yatılı medreselerden ve din okullarından toplanan öğrenciler ordunun dağıttığı listelere göre geleneksel silahlarla – balta, kılıç, bıçak, bambu mızrağı – vahşi ve kanlı infazlar gerçekleştirdi. Katledilen 1 milyonu aşkın kişi toplumun en alt gelir düzeyinde bulunan topraksız ve yoksul köylüler, öğretmenler, küçük memurlar, sanatçılar, öğrenciler ve az sayıda Komünist Partisi kadrolarından oluştu. Kurbanlar İslam’ın Sünni yorumuna göre yeterince dindar olmamakla suçlandılar. Ve onlara kızıllar anlamına gelen ‘abargan’ dendi. Katillere dindar-muhafazakâr manasında ‘Santri’ adı verildi.
Santrilerin hedefinde erkeklerden çok kadınlar yer aldı. Sevap kazanmayı umarak kadınları öldürmeden önce defalarca tecavüz ettiler, karınlarındaki ve kucaklarındaki bebekleri bile öldürdüler, akla hayale gelmedik işkenceler yaptılar. Yıllar sonra araştırmacılar ve gazetecilerin sorularına muhatap olduklarındaysa yaptıklarını gururla anlattılar.
Katliamın ve kıyımın faillerinden hiçbiri mahkeme önüne çıkarılmadı. Aksine Suharto yönetimi mevzuatı ‘cezasızlık’ yönünde değiştirdi ve kanunlar çıkarttı. Katillerin işledikleri suçlar yanlarına kâr kaldı. Sadece katliamla sınırlı kalmadı. Komünist partiyle bağlantılı ve iltisaklı olduğu değerlendirilen bir buçuk milyon kişi tutuklandı ve cezaevine ya da toplama kamplarına gönderildi.
Sadece Java adası 34 bin ‘B Grubu’ tutukluya ev sahipliği yaptı. B Grubu, Komünist Parti’ye ve yan kuruluşlarına üye olan ancak darbe girişimine katıldıklarına dair kanıt bulunamadığı için mahkemeye çıkarılmayan fakat tahliyeleri sakıncalı bulunan kişilerden oluştu. Partiye ve ilişkili kuruluşlara ait kreş, okul ve üniversiteler kapatıldı, mal varlıklarına Suharto yönetimi tarafından el kondu. Cezaevlerini doldurmanın maliyeti Suharto yönetimin farklı arayışlara yöneltti. Bir resmi heyet Jakarta’nın çok uzağında 2 bin 700 kilometre kuzeydoğusundaki ‘Buru’ adasının bir komünist kolonisine dönüştürülmesini önerdi. Burası, kaçışı doğal olarak engelleyen sık ormanları ve yaşamı sürdürmeye yetecek kaynakların varlığından dolayı uygun göründü.
Ve Buru adası, B Grubu komünistler için ‘Rehabilitasyon Teşkil Merkezi’ olarak belirlendi. Projenin sorumlusu Adalet Bakanı Sugih Arto’ya göre dört duvar arasında olmaktansa bir adada zorunlu ikamet etmek “daha insani” sayılırdı. 1969’da ilk kafile denize açıldı, üç yıl içinde adaya nakledilen tutuklu sayısı 10 bini aştı. Buru’nın adı ‘Kızıl Ada’ oldu.
Tutuklular kendi inşa ettikleri her biri 50 kişilik barakalarda kaldı. Yaşam koşullarının ağır olduğu adada çok sayıda tutuklu yetersiz beslenme, verem, sıtma, aşırı çalışma ve işkenceden dolayı hayatını kaybetti. Büyük bölümü de kasıtlı ihmalin kurbanı oldu. İnsan hakları örgütlerinden ve Carter yönetimindeki Amerika’dan yükselen çağrılar sonucu B Grubu tutukluların çoğu tahliye edildi. Tahliyeden önce tutuklulara komünist ideolojiyi yaymayı amaçlayan faaliyetlerde bulunmayacaklarına ve devlet aleyhine dava açmayacaklarına dair bir ‘taahhütname’ imzalatıldı.
PRAMUDYA ANANTA TUR…
Adadan son tahliye edilen taahhütnameyi imzalamayı reddeden ünlü yazar Pramudya Ananta Tur oldu. İktidarların hazzetmediği Pramudya ömrünün yaklaşık 17 yılını cezaevinde, 13 yılını ise ev hapsinde geçirdi.
Darbe girişiminin ardından Pramudya’nın evi Ensar çeteleri tarafından basılıp yağmalandı. Kitapları ve notları yakıldı. 5 yıl Jakarta’da hapis yattıktan sonra ilk kafileyle Buru’ya nakledildi. Ve burada tam 10 yıl kaldı. Bir askerin dipçikle vurduğu sağ kulağı işitme duyusunu yitirdi, sol kulağı ise kısmen duyuyordu.
Dönemin Adalet Bakanı’na yazar Pramudya’nın durumu sorulduğunda dalga geçer gibi “Yazmasına izin verdik ama kalemi ve kâğıdı yok” dedi. Pramudya, uluslararası baskılar sonucu angaryadan kurtuldu ve bir daktilo verildi. “Buru Dörtlüsü” kitabını burada yazdı. Tutuklu arkadaşlarının anlattıklarını gizlice not etti, dört hikâyeye dönüştürdü ve kadın akrabalarının gizli ceplerinde dışarıya çıkarttı. Adada yaşadıklarını ise “Dilsizin Sessiz Şarkısı” adlı kitapta anlattı.
Bir gazeteci Suharto’ya 1972 yılında Pramudya’nın 30 Eylül hareketiyle ilgisi olup olmadığını sordu. Suharto gülerek “Hayır” dedi: “Komünistlere yakın biri olarak eğer darbe başarılı olsaydı, onun gibi insanlar darbeyi kutsayacaktı.” Pramudya darbe girişimini son kitabı Sürgün’de şöyle değerlendirdi: “Olan şudur. Ordu ve Suharto darbeyi başlattı ve ardından başkalarını darbecilikle suçlayarak iki milyon insanı öldürdüler. Anlıyor musunuz? Kendileri yaptıkları bir şeyin intikamı için iki milyon insanı öldürdüler.”
Suharto 1998 yılında ülkede yaşanan karışıklıklardan dolayı istifa etmek zorunda kaldı. Arkasında kanlı bir enkaz bıraktı. Suharto’nun sahneden çekilmesinden sonra sahada ve arşivlerde araştırmalar başladı. Görgü tanıkları ve faillerle görüşmeler yapıldı. Katliamdan sağ ve yaralı kurtulanlar korku içindeydi. Çok azı yaşadıklarını takma adlarla anlatmaya rıza gösterdi. Öfke ve nefretin boyutu dehşet vericiydi. Komünistler ise bu süreçte “özeleştiri” kapsamında birbirlerini suçladı.
Pramudya ve arkadaşları 1999’da ‘1965 Kurbanlarını Araştırma Vakfı’nı kurdu. Vakfın kuruluşu dindar Müslümanların sert tepkisiyle karşılaştı. Pankartlarla yürüyüşler, gösteriler yaptılar. 17 yıl tutuklu kalan Komünist Partisi’nin kadın liderlerinden İbu Sulami’nin evi ateşe verildi. Vakfın ilk hedefi toplu mezarları ortaya çıkarmak oldu. Sulami 2000 yılında Orta Java’da toplu mezarın bulunmasını sağladı. İskeletlerin cenaze törenleri Müslüman gruplar tarafından basıldı.
Uzun tutukluluk sürelerinin ardından tahliye olanların çocuklarını ve torunlarını da kapsayan medeni ve siyasi kısıtlamalara tabi tutuldu. Değil yurtdışına bulundukları köyün ya da kentin dışına çıkmaları bile yasaklandı. Her birinin kimlik kartına ET – eski siyasi tutuklu – damgası vuruldu. Ve sakıncalı ve cüzzamlı biri gibi ağır şartlar altında yaşamlarını sürdürmek zorunda kaldı.
İstifasının ardından 10 yıl daha yaşayan Suharto 2008’de hayatını kaybetti. Ne yargılandı ne de itibar kaybına uğradı. Bugün görkemli türbesinin ziyaretçisi eksik değil. Katiller birer kahraman haline gelirken kurbanlar sessizliğe gömüldü. Endonezya’yı “Korku Takımadaları” olarak adlandıran gazeteci Andre Vltchek “Gerçeği analiz etmeye olan isteksizlik ve yetersizlik kendini kandırmaya, çekilen acılar utanca, işlenen suçlar onura dönüşür” tespitini yaptı. Bugün özel ortamlarda bile aileler 1965’te duyup gördüklerini yakınlarıyla konuşmaktan, tartışmaktan kaçınmakta. Heryanto, Endonezya toplumunun kıyımlar karşısındaki tepkisizliğini “yüksek itaatkarlık” olarak tanımladı.
2016’da Uluslararası Halk Mahkemesi adlı kuruluş Endonezya’da yaşananların “İnsanlığa Karşı İşlenen Suçlar” kapsamında bulunduğuna ve bundan devletin sorumlu olduğuna karar verdi. Devlet kararı tepkiyle karşıladı. En sert itiraz Müslüman örgütlerden geldi. Habip Muhammed “Kurbanlardan özür dileyen bir başkanı deviririz, gerekirse şiddet kullanarak” dedi.
Endonezya’nın çığlığı karşısında ben Subianto’yu alkışlayamacağım ve odasındaki Atatürk heykeli ile gurur duyamayacağım…”