İstanbul Barosu Başkanı Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu, son dönemde artan soruşturma, gözaltı ve tutuklamalarıyla ilgili, “Hukuk güvenliğinin bu kadar ortadan kalkacağını öngörmemiştim” ifadesini kullandı.
“Ekim 2024’ten bu yana tanık olduğumuz son 4-5 aylık uygulamalar, aslında anayasal çerçeveye, anayasal kurallara, anayasanın emredici ve yasaklayıcı hükümlerine aykırı yol ve yöntem izlenerek yapılan tutuklamalardır” diyen Kaboğlu, “Bu açıdan tabii ki usul yanlıştır. Usul yanlış olunca hemen şöyle bir kuşku doğuyor. Acaba esasa ilişkin gerçek belge ve bilgi olmadığı için mi usul karartması yapılıyor diye” dedi.
ANKA’nın sorularını yanıtlayan Kaboğlu şunları söyledi:
Son aylarda özellikle yoğunlaşan aramalar, evlere baskınlar, gözaltılar, tutuklamalar aslında ölçü olarak baktığımız zaman anayasal hükümlerin birçok maddesinin sistematik ve sürekli ihlalini göstermektedir. Bir kişi suç işlemiş, şüpheli, kuşku yaratmış olabilir ama o kişi hangi işlemle kendi işlediği varsayılan suçun ortaya çıkarılacağı konusu anayasada, ceza kanununda, ceza muhakemeleri kanunda yazılıdır. İfadeye çağırma böyledir. Arama aynı çerçevede yer alır. Gözaltına almanın kuralları var. Hele hele tutuklama, çok istisnai bir durumdur, yaptırımdır. Özellikle adli kontrol seçeneği geldikten sonra artık tutuklama tamamen istisnai bir duruma, tamamen ağır cezalı suç üstü hâliyle sınırlı kalması gereken bir uygulamadır.
Son aylarda, özellikle Ekim 2024’ten bu yana tanık olduğumuz son 4-5 aylık uygulamalar, aslında anayasal çerçeveye, anayasal kurallara, anayasanın emredici ve yasaklayıcı hükümlerine aykırı yol ve yöntem izlenerek yapılan tutuklamalardır. Bu açıdan tabii ki usul yanlıştır. Usul yanlış olunca hemen şöyle bir kuşku doğuyor. Acaba esasa ilişkin gerçek belge ve bilgi olmadığı için mi usul karartması yapılıyor diye.
Hapse konulan birçok seçilmiş siyasi şahsiyet, belediye başkanları, avukat; önce arama yapılıyor, gözaltına alınıyor, tutuklanıyor, daha sonra iddianame, haftalar ve aylar sürüyor. Özgürlüğünden alıkonuluyor. Bu açıdan bakıldığı zaman bu tablo aslında 12 Eylül, 12 Mart gibi geçmişe gittiğimiz zaman, son 50-55 yıllık bir döneme gittiğimiz zaman ilktir böyle bir uygulama. Uygulamalar dizisi ilk kez karşımıza çıkıyor. Hedef aldığı kitlelerin genişliği, yapılan işlemlerin keyfiliği ve sürekliliği açısından bunlar ilktir. Bu açıdan aslında hukuk devleti ya da demokratik hukuk devleti olma özelliğimizin sürekli sorgulanması anlamına gelmektedir. Çünkü anayasamızın ikinci maddesine göre Türkiye Cumhuriyeti, insan haklarına saygılı, demokratik ve laik, sosyal bir hukuk devletidir.
Terör yaftası o kadar kolay vuruluyor ki, kim teröristtir dediğimiz zaman, kim ki saray rejimini, kim ki Cumhur İttifakı’nı, kim ki Cumhur İttifakı görüntüsü altında parti başkanlığı yoluyla devlet başkanlığını ve yürütmeyi desteklemiyorsa ‘o teröristtir’ denebilecek bir eşiğe geldik. O nedenle çok dikkatli olmamız gerekiyor. Dayanışma halkalarını çok genişletmemiz gerekiyor. Artık daha önceleri olduğu gibi şu kişi şu dünya görüşünden, o kişi öbür dünya görüşündendir, ona oh olsun, buna olmasın diye değil.
Tabii 12 Eylül öncesi 12 Mart’ta ben hukuk fakültesi öğrencisiydim. Birinci sınıfta anayasa hukuku dersi öğrenen öğrenciydim. 12 Mart’ı yaşadım. Çünkü 27 Mayıs’ta ilkokul öğrencisiydim. 12 Eylül’ü yaşadık. Sonraki gelişmeleri yaşadık. Ben 12 Mart’ta hukuk öğrencisiyken, 12 Eylül’de yardımcı doçentken hep daha iyi olacağı biçiminde bir gelecek kurgusu öngördük. Bugüne gelineceğini, hiçbir zaman bu kadar çökeceğini, dibe vuracağını, hukuk güvenliğinin ortadan kalkacağını, sistemin çökeceğini öngörmemiştim. Ne yapmalı sorusuna teslim mi olalım, mücadeleye devam mı edelim? Burada iki önemli husus var. Birincisi, öz eleştiri olarak biz bütün bu geçen on yıllarda verilen mücadelelerin sonucu olarak kazanımları fark edemedik, sahiplenemedik. 80’li, 90’lı, 2000’li yıllar ve 2004-2005’te Türkiye anayasacılığında hemen hemen zirveye ulaşmıştık. O birikimi yeterince fark edemedik ve sahiplenemedik. 2017’de ise 200 yıllık birikim dibe vuruldu, tasfiye edildi ve biz o tasfiyeyi bile fark edemedik. Demek ki zirve ile çukuru fark edemedik.
Seçim yaklaştıkça saray ve çevresi büyük bir telaşa kapılıyor. O zaman bir yandan demokratik topluma saldırıyor, öbür yandan siyasal topluma saldırıyor. Bir yandan demokratik siyaset alanını daraltıyor, öte yandan sivil toplumu sindirmeye çalışıyor ama nereye kadar…Bir türlü Türkiye’nin geri kalan yarısını sindiremedi. Bu durum itibarıyla bu tablonun özeti şu. 2017 değişikliği sırasında bu değişikliği planlayanlar, büyük ölçüde siyasal egemenliğe el koydular ama toplumsal egemenliğe hâkim olamadılar. Şu anda demek ki bizim elimizdeki koz, toplumsal egemenliği onlara verip vermeyeceğimizde düğümleniyor.”