Ertekin: Türkiye artık büyük bir Tavşantepe köyü, her şey rahatlıkla karartılabilir

Dayanışma’nın Sesi Derneği tarafından Köln'de düzenlenen Dayanışma Festivali'nde Türkiye'deki hak ihlalleri, siyasi cinayetler ve kayıplar gündeme taşındı.

Orhan Gazi Ertekin, Dayanışma Festivali'nin konuğu oldu. (Fotoğraflar: Selahattin Sevi)

İnsan hakları mücadelesini geniş kitlelere ulaştırmayı hedefleyen dayanışma festivalinin beşincisi Almanya’nın Köln kentinde gerçekleştirildi. Türkiye’deki siyasi tutuklulara ve insan hakları ihlallerine dikkati çekmek amacıyla düzenlenen etkinliğin Cumartesi günü yapılan ilk oturumunda Meryem Göktepe, İkbal Eren ve Orhan Gazi Ertekin konuştu.

Dayanışma’nın Sesi Derneği (Stimmen der Solidarität) tarafından organize edilen Dayanışma Festivali’nde söz alan eski yargıç Orhan Gazi Ertekin, hukuk ihlalleri, siyasi cinayetler ve kayıplar hakkında konuştu. Demokrat Yargı Hareketi sözcülüğü yapan ve hukuk, yargı, Kürt Hak Hareketi üzerine akademik çalışmaları ile öne çıkan Ertekin, Türkiye’de kaç kişinin siyasi cinayetlerle, işkence ile öldürüldüğünün hala bilinmediğini belirterek, “17 bin kişiden bahsediliyor ama isimleri yok ortada. Kim olduklarına dair hiçbir bilgimiz yok. Hâlâ sayısı, mezar yerleri belli değil” dedi.

Diyarbakır’da öldürüldükten 19 gün sonra cesedi bulunan Narin Güran cinayetine atıf yapan ve “Türkiye artık büyük bir Tavşantepe köyü. Hiçbir şeye ulaşamıyorsunuz. Delile ulaşamıyorsunuz. Her tür delil rahatlıkla karartılabilir hale geliyor. Birden fazla aktör işin içerisine giriyor.” diyen Orhan Gazi Ertekin, Almanya ortaçağında kilise güçlerinin muhalifleri ortadan kaldırmakta kullandığı intikamcı yargılama türüne verilen “feme cinayeti” (fememorte) kavramını kullandığı konuşmasına şöyle devam etti: “Bu devlet cinayeti mi? Evet, bir yandan devlet cinayeti; devlet işliyor, kurumlar işliyor. Ama bundan daha fazlası da var Türkiye’de. Bu, devlet cinayetinin ötesinde bir endüstriyel hale almışlar. Sadece devlet cinayeti değil, işin içerisinde toplumun kendi etkinliğinin, eyleminin oldukça faal bir biçimde dahil olduğu süreçler var.”

‘FEME CİNAYETİ’ VE ‘EŞEĞİN GÖLGESİ’ DAVASI

HDP Selahattin Demirtaş’ın ve avukat Selçuk Kozağaçlı davalarını ‘feme cinayeti’ olarak değerlendiren Orhan Gazi Ertekin, Türkiye’deki muhaliflere yönelik başka bir yöntemin de ‘eşeğin gölgesi davası’ olduğunu öne sürerek şöyle konuştu: “Hani bir kişi kendi eşeğini kiraya veriyor. Ondan fayadalanabilirsin ama gölgesinden de faydalanabilir misin davası… Osman Kavala davası bir eşeğin gölgesi davasıdır arkadaşlar. Yani bir iş adamından, siyasetçiden bir terörist çıkar mı davası…”

Öldürmenin endüstriyel bir hale geldiğininin altını çizen Ertekin, bunun sonucunda ekonomik ve siyasi tasfiyelerin yaşandığını, bazı kişilerin öldürerek işadamı haline geldiğini, yoksul çocukların iş adamına, mafya babasına dönüştüğünü belirtti. Ertekin, “Burada devletin kendisi, kurumları, yargısı, kutsal dava, bütün bunlar endüstriyel olarak iç içe geçmiş bu ve bu öldürmenin bir konsorsiyuma dönüşmüş, öldürmenin bütünlüklü bir eyleme, birbiriyle eş güdümlü bir eyleme dönüştüğü bir alan yaratıyor.” dedi.

SİYASİ CİNAYETLERDE DEVLET, TOPLUM, AİLE KOALİSYONU

Ertekin konuşmasına, “Devlet cinayetiyle toplumsal cinayetlerin iç içe geçtiği; ailenin topluma, toplumun devlete, devletin aileye dönüştüğü, devletin aile gibi çalıştığı, ailenin devlet gibi çalıştığı, aynen Tavşantepe Köyü örneğinde gibi… Her an, her gücün sorunların yaşandığı yerde, şiddetin yaşandığı yerde, cinayetin yaşandığı yerde, gücün anlık müdahale edebildiği, süreci değiştirebildiği, dönüştürebildiği, her an yeniden kurulduğu bir tür ortaçağın içerisindeyiz. Yeni Ortaçağ teorileri yaygın dönemi anlamak için ama yeni Ortaçağ teorilerinde tarihsel bir şey bulmak istiyorsanız, örnek bulmak istiyorsanız, Türkiye ve özellikle de Endonezya, bu ikisi sanki birbirine çok benziyor gibi geliyor. Eğer cinayet konuşuyorsak, muhataplarımızı sadece politik cinayet bağlamında değil, devlet cinayeti, toplumun içerisindeki hiyerarşilerden doğan cinayetlere kadar uzanan bu büyük koalisyon içinde aramaya başlamamız gerekiyor diye düşünüyorum.” ifadeleriyle devam etti.

‘CUMHURİYETÇİ SEÇKİNLER’LE ‘İSLAMCI MÜTEŞEBBİSLER’İN MÜCADELESİ

Türkiye’nin 15 Temmuz’a kadar iki anayasa ile yönetildiğini söyleyen Orhan Gazi Ertekin, “Biri terörle mücadele yasasıydı. İkincisi 1982 Anayasası…. Biz hep tek anayasa olsun istedik. 15 Temmuz’dan sonra bizim isteğimiz gerçekleşti. Ama temsil yok. 82 Anayasası rafta kaldırıldı, terörle mücadele yasası bizim tek anayasamız haline geldi. Bizim beklediğimizin tam bir yönetim. Dolayısıyla böyle bir sistemde Anayasa Mahkemesi’nin Askeri Hukuk Mahkemesi’nden daha fazla bir anlamı yoktur. Cumhurbaşkanlığı, Anayasa Mahkemesi ve Milli Güvenlik Kurulu Kemalist cumhuriyeti kontrol ediyor, dizayn ediyor, belirliyordu. Şimdi Cumhurbaşkanının, Erdoğan’ın kendisinin her sözü bir yasaya dönüşmeye başladı. Saray, AKP güruhu ve yargı geçmişteki üçlünün yerini aldı. Kavala ilk yargılandığı davadan beraat etmişti. Fakat bu beraat kararı birkaç saat içerisinde AKP güruhunda bir yenilgi duygusu yarattı. Başka bir davadan içeride tutuluyor.” şeklinde konuştu.
Yaşananların hukuk değil egemenlik krizi olduğunu vurgulayan Ertekin, Cumhuriyetçi seçkinler ile İslamcı müteşebbislerin mücadelesine dikkati çekti.

MERYEM GÖKTEPE: ‘KAFA KOPARMAYA GELDİM DEMİŞTİ, KOPARDI…’

Araştırmacı ve yazar Kazım Gündoğan moderatörlüğündeki oturumda söz alan diğer bir konuşmacı ise İstanbul’da 8 Ocak 1996 tarihinde polislerce gözaltına alınan ve dövülerek öldürülen Evrensel gazetesi muhabiri Metin Göktepe’nin ablası Meryem Göktepe’ydi. İnsan hakları aktivisti Meryem Göktepe, dayanışmanın önemine vurgu yaptığı konuşmasında siyasetçilerle birlikte dönemin emniyet müdürü Orhan Taşanlar’ın sorumluluğuna dikkati çekti. Göktepe, “Orhan Taşanlar, Ankara Emniyet Müdürü iken İstanbul’a geldiğinde ‘kelle koparmaya geldim’ demişti. Yani çok dehşet bir şeydi biz muhalifler için bu söylem. Gerçekten de söylediğini yaptı.” ifadelerini kullandı.

Meryem Göktepe

Kardeşinin işkenceyle gözaltına alındığını ve sadece gazeteci olduğu için öldürüldüğünü kaydeden Meryem Göktepe, işlenen cinayet karşısıda duran insanların dayanışması ile dava açılabildiğini ve ilk kez faillerin cezalandırıldığını belirterek, “Metin’in katledilmesinden birkaç gün sonra Sabancı Cinayeti birinci haber olarak televizyonlardan verilirken, genç gazeteciler ‘Bizim meslektaşımız öldürüldü ama bizi meslektaşımızı görmeyen bir yerden haber yapılıyor’ diyerek kameralarını bıraktılar. Hatta bazı televizyon kanallarındaki muhabirler Evrensel Gazetesi’yle dayanışmak için Evrensel Gazetesi’nde çalışmaya başladılar. Derken bir dava açıldı.” şeklinde konuştu.

‘BANA GÖZALTINDA İŞKENCE SESİ DİNLETTİLER’

İstanbul’da görülecek olan o davadan bir hafta önce evinin basıldığını ve gözaltına alındığını söyleyen Meryem Göktepe şunları söyledi: “Gözaltı sırasında bana işkence ettikleri erkek sesleri dinlettiler ve şöyle söylediler. ‘İyi dinle, senin kardeşini böyle öldürdük…’ Geride kalan bir annem vardı ve üç buçuk yaşında bir kızım vardı. O işkence seslerini kendimi kapatarak dinlememeye çalıştım. Yoksa normalde insan delirir yani. Hani gerçekten orada kardeşim sanki işkenceye maruz kalmış, o haykırıyor gibi bir izlenim edindirmek üzere yaptıkları o şeye direnç göstermeye çalıştım. ‘Pardon’ deyip, ‘yanlışlıkla almışız sen’ deyip bıraktılar.”

Metin Göktepe davasının İstanbul’dan alınarak Aydın, Afyon gibi farklı illerde görüldüğünü belirten Meryem Göktepe yaşanan süreci şöyle anlattı: “Gazeteci örgütleri hem sivil toplum örgütleri ciddi anlamda Türkiye’nin bütün illerinen davayı izlemeye otobüslerle geldiler. Ve bir stadyumda işlenen cinayetin ilk davası koca bir stadyumda görüldü. Gerçekten çok sahiplenildiği için bu defa da iktidar değişti ama devlet aklı değişmedi. Doğru Yol Partisi’nin Mehmet Ağar’ı sürmüştü davayı. Daha sonra Refah Partisi’nin Adalet Bakanı Şevket Kazan da sürdü.”

‘HABER ALMA HAKKINI SAVUNANLARIN YANINDA OLALIM’

Katil polislerin Rahşan Ecevit Affı olarak bilinen kararla sadece bir buçuk yıl kalarak serbest kaldıklarını kaydeden Göktepe, “Bu mücadeleleri niye verdik? Sonuçta biz yakınlarımızı kaybetmiştik zaten. Onların geri gelme durumu yoktu. Ama hep istedik ki bu ülkede gazetecilik açısından söylüyorum. Gerçekleri ortaya çıkarmak isteyen her kim varsa demokratik ortamlarda mücadelesini versin. Bizlerin haber alma hakkını savunanların yanında olalım. Böyle bir süreçle hala devam ediyor.” ifadelerini kullandı.

İKBAL EREN: EMNİYETTE KAYITLARI SİLİNDİ

Dayanışma Festivali’nde gözaltında kaybedilen İngilizce öğretmeni Hayretin Eren’den kardeşi İkbal Eren ise, 1980 yılının Kasım ayında kardeşinin gözaltına alındığını hatırlattı. Eren, “Abim Hayrettin Eren’in gözaltına alındığını öğrendiğimizde Karagümrük Karakolu’na gitti annem ve babam. Orada Gayrettepe Emniyet Müdürlüğü’ne sevk edildiğini söylediler. Gayrettepe Emniyet Müdürlüğü’nde ise Hayrettin Eren’in gözaltına alındığı inkar edildi. Burada yok dendi. Gün içinde tekrar aynı karakola geri döndüklerinde gözaltı kayıt defterinde 3 saat ya da 4 saat önce bakarak söylenilen defterde o sayfa yoktu. Yani yanlış bilgi verilmiş, biz onu almamışız diye başlayan bir öyküydü.” diyerek yürüttükleri hukuk mücadelesini anlattı.

‘SESİMİZİ DUYURAMADIK, GAZETELER HABERİMİZİ YAPMADI’

“O günden sonra Eren ailesinin ve benim bütün yaşantımız değişti” diyen İkbal Eren şunları söyledi: “O dönemde Savcı Emre Özdemir. ‘Ben bu davayı açarsam koltuğumdan olurum, sen de bu kalan çocuklarından da olursun. O yüzden vazgeç’ demişti babama. Babamın ısrarlarına rağmen ne yazık ki ne soruşturmaya izin verildi, ne dava açıldı. Uzun süre aile olarak mücadele ettik. Ne yaptık? bunlar için işte savcılık da soruşturmaya izin vermedi. Çünkü gözaltına alındı ve inkar ediliyordu. İçişleri Bakanlığı, Adalet Bakanlığı, Emniyet Müdürlükleri yani her türlü kapı çalındı ve yüzümüze kapatıldı. Bazen gazetelerde haber olmasını istediğimiz. O dönem için küçücük bir haber yaptırabilmek için iki kardeş tabiri caizse göbeğimiz çatlıyordu, onu da yapmıyorlardı. Kapıdan kovsalar bacadan giriyorduk. Üç beş satırlık bir haber yaptırmak için yani basın açıklaması yapamıyorsunuz, sesinizi duyuramıyorsunuz, gidebileceğiniz bir Cumhuriyet var, orada da çıkmıyordu haber. Bir kör kuyunun içerisindesiniz ve şöyle de bakmak gerekiyor, ben evet sosyalist bir hareket içerisindeydim, çevremizde çok insan kaybettik, arkadaşlarımıza öldürüldü ama hiç gözaltında kaybetme olgusu bizde yoktu. Böyle bir şey konuşmamıştım. Sonraları Türkiye’de siyasi partiler kurulmaya başladı. Biraz da olsa demokrasi diyebileceğimiz bir ortam oluşmaya başladığında partileri gezmeye başladık. Bu da bir işe yaramadı. biraz daha farklı gazeteler yayınlanmaya başladı. İnsan Hakları Derneği ve Tutuklu Aileleri Yardımlaşma Derneği kuruldu. Bu dernekler kurulduktan sonra biraz daha sesimizi yükseltir olduk basın açıklamalarıyla. Ama onun ötesine geçemedik maalesef. Şimdi buradan şuraya gelmek istiyorum. Gözaltında kolluk güçleri tarafından gözaltına alınıp işkenceyle öldürülen ve mezarları olmayan insanlar gözaltında kayıp şeklinde tanımlanıyor ülkemizde.”

İkbal Eren

Ağabeyinin gözaltınka kabedilmesinden sonra başka faili meçhul cinayetlerden ve hak ihlallerinden haberi olduğunu belirten Eren, örgütlü mücadelenin önemine dikkati çekerek Cumartesi Anneleri/İnsanları deneyimini anlattı: “İnsan Hakları Derneği aracılığıyla kendimiz üzerinden basın açıklamaları yaparak da sesimizi duyurup o insanlarla aslında bir araya gelmenin de yolunu arıyorduk ki 95 yılında Sevgili Hasan Ocak’nın ve Rıdvan Karakoç’un kaybedilmesiyle biraz daha farklılaşmaya başladı gözaltında kayıp olgusu açısından. Hasan Ocak kaybedilmesiyle Ocak ailesi bunu basına çok fazla taşıdı. Verdikleri mücadele inanılmazdı. 95 Mart’ında gözaltına alındıktan sonra ciddi anlamda kayıpların akıbetini sormaya başlamıştı. Mayıs 1995’te Hasan Ocak’ın cansız bedeni bulundu ve o günden sonra Ocak ailesi Galatasaray Meydanı’nda İnsan Hakları Derneği çatısı altında bir oturma eylemi başlattı. Bu eylemin temel sebebi başka gözaltında kayıplar olmasın, başka anneler ağlamasın, elbette gözaltında kayıpların failleri yargılansın diyeydi. Bugünden sonra Türkiye’de Türkiye’nin gündemine gözaltında kaybetme olgusu oturdu. O güne kadar konuşulmayan şey o günden sonra konuşulmaya başlandı. Mayıs 1995’ten sonra gözaltında kaybedilenlerin aileleri yavaş yavaşy biz de dahil olmak üzere Galatasaray Meydanı’nda her cumartesi saat 12’de buluşmaya başladık. Bu buluşmalarda her hafta bir kayıbın akıbeti açıklanıyor. Onun için adalet isteniyordu. Ama bu bir araya gelme bizim için ne ifade ediyordu? Açıkçası biz kendimizi yalnız hissediyorduk. Sanki sadece bizim kardeşimiz kaybedilmiş, başka kayıp yok. Bu sadece bizim başımıza geldi, tek başımıza mücadele veriyoruz. Öyle olmadığını anladık. O dönemde Galatasaray Meydanı’nda Türkiye’de gözaltında kaybetmenin önünü kestik. Cumartesi anneleri Galatasaray Meydanı’nda Türkiye’de gözaltında kaybedilenler için oturmaya başladıktan sonra gerçekten gözaltında kaybedilen kimse olmadı. Ya da yavaş yavaş azaldı diyelim.”

Örgütlü mücadelenin önemini Cumartesi Anneleri/İnsanları örneği üzerinden anlatan Eren, “Bu açıdan bakarsak bizim umutlarımız hep var. Umut derken kırk dört yıl sonra abimin gelmeyeceğini biliyorum. Ama adalet mücadelesi açısından hâlâ umutlarımız var. Cumartesi Anneleri bu topluma umut oldu.”

SÜRGÜNDEKİ MUHALİFLERE BASKI GÜNDEMDE

İkinci günün son etkinliği, “Sürgünde Muhaliflere Baskı ve Avrupa’nın Rolü” başlıklı panelinde konuşan gazeteci, tiyatrocu ve yazar Hayko Bağdat ise sürgündeki muhaliflerin yaşadığı zorlukları ve Avrupa’nın bu konudaki tutumunu gündeme taşıdı.

Türkiye’nin yurt dışında faaliyetleri en güçlü ülkelerden biri olduğunu vurgulayan Bağdat, Almanya’da MİT’e çalışan altın binden fazla gönüllü olduğunu hatırlattı.

Almanya’ya iltica etmediği için bir süre sonra pasaportunun yenileyemediğini belirten Hayko Bağdat, ‘her vaftiz olana pasaport veren’ Ermenistan’a başvurduğunu belirtti.

Tiyatro sahnesine çelik yelekle çıktığını ve bu durumun çok absürt olduğunu kaydeden Bağdat, “Bence bütün acılar karşısında mizah bütün diktatöryal baskılar karşısında mizahçı anlatmaya gerek yok. Dünyanın en iyi enstrümanlardan bir tanesi. Düşmanı en çok korkutan taraflarından bir tanesi. Gezi’ye bu kadar çok saldırmalarının” diyerek sözlerini şöyle tamamladı:

“Biz burada daha fazla üretmeye, daha fazla çalışmaya da mecburuz. Böyle moral bozup kendimizin sürgün olmasın. Zaten havada karanlık burada, ne vitamini eksiliyordur. Öyle yaşayamayız yani. Başka bir moral bulmamız lazım. Ben işin mizah kısmını, moral kısmını ciddiye alıyorum. Ama hep de dalga geçerek yaşamıyoruz. Siyaseten, gazeteciliğimizle, tamam ciddi alanda ciddiyiz ama mizah kısmında biraz şeyim, tutunuyorum diyeyim yani.”

‘ÖYLE BİR YERE GELDİK Kİ…’

Antakya Sanat Kollektifi tarafından hazırlanan “Öyle Bir Yere Geldik ki Hiçbir Sokağın Adı Yok” ve Görülmüştür tarafından düzenlenen mahpus resim sergisi, Adil Okay’ın katılımıyla açılacak. Bu sergide, siyasi tutsakların ve aktivistlerin yaşadıkları, resimler ve sanat eserleri aracılığıyla geniş kitlelere aktarıldı. Ardından 6 yıl boyunca tutuklu kalan gazeteci Nedim Türfent ile “Türkiye’de Basın ve İfade Özgürlüğü” üzerine düzenlenen bir söyleşide programın önemli bir parçası olarak kendi cezaevi sürecini anlattı. Türfent, Türkiye’de gazetecilere yönelik baskıların giderek arttığı bu dönemde kendi tecrübelerini paylaştı.

Festivalin ilk günü ise, şair Alieren Renkliöz ve müzisyenler Can Leman ile müzik grubu Jupiya’nın sahne aldığı bir müzik ve şiir programı yer aldı..

Velev'i Google Haberler üzerinden takip edin

ÖNERİLEN İÇERİKLER

WP Twitter Auto Publish Powered By : XYZScripts.com