Ali Bulaç, Müslüman aydınların devlete eklemlenmeleriyle ilgili yazısında Milli Görüş ve AKP deneyimine dikkat çekerek, "Bazı vakıflar aracılığıyla, neredeyse belli başlı ne kadar birikim sahibi diri zihin varsa, iktidarla iş tutmaya başladı" diye yazdı. Bulaç, bu aydınların 'devletin organı aydını' rolünü benimsediğini kaydetti.
Sosyolog, ilahiyatçı ve yazar Ali Bulaç, iktidara eklemlenen Müslüman aydınların, “halkın organik aydınları” olmaktan çıkıp iktidarın ve “devletin organik aydınları” rolününü benimsediklerini söyledi. Bulaç, akilsiyaset.com platformunda kaleme aldığı “Müslüman aydın” kimin “organik aydını?” başlıklı yazıda, “İktidar tabiatı icabı ayartıcıdır. Müslüman entelektüeller, muhteris siyasetçilerin peşine takılırsa, sadece kısa vadeli dünyevi menfaatler elde edebilirler, fakat gerçek iktidarı, bilginin sağladığı hakiki, sahih ve ıslah edici iktidarı ellerinden kaçırmış olurlar.” ifadelerini kullandı.
İslamî hareketlerin tarihsel gelişimini irdeleyen ve Türkiye’nin yakın tarihine ilişkin yaptığı analizde Bulaç, Milli Görüş hareketinde ve daha sonra AKP deneyiminde öngörülmeyen bir durum ortaya çıktığınının altını çizerek, “Öteden beri uzak mesafede durup lojistik destek sağlamakla yetinen Müslüman aydınlar (yazarlar, akademisyenler, hocalar vs.) bu siyasi hareketlere destek verdiler. Bir bakıma siyasetin kültürel zeminini hazırladılar, argümanlarını geliştirdiler, bir retorik, bir dil oluşturdular. Bu sayede Türkiye’deki siyasi Müslümanlık büyük bir miras ve birikim üzerine oturdu. Siyasi İslam bir bakıma bu mirası ve birikimi kullanıyor, onu siyasete tahvil ediyor. Bir asırdır Anadolu’da bir vaiz “Allah” demişse, -ki vaizin niyeti bu değilse de- Siyasi İslam’a yaramıştır.” değerlendirmesini yaptı.
Bulaç, Milli Görüş partilerinin koalisyon ortağı olarak iktidara geldiği dönemde Müslüman aydınların, devlete ‘yine de mesafeli’ durduklarını hatırlattı.
3 Kasım 2002 seçimleriyle AKP iktidara geldiğinde yaşanan değişime değinen yazar Bulaç, “Bazı vakıflar aracılığıyla, neredeyse belli başlı ne kadar birikim sahibi diri zihin varsa, iktidarla iş tutmaya başladı. Akademisyenler, yazarlar işlerini bırakıp siyasete atıldı, bürokraside görev almak için birbirleriyle yarışa girdi.” diyerek, “Bu tecrübe bize şunu sordurtmalıydı: Müslüman aydınlar iktidara eklemlendiklerinde, “halkın organik aydınları” olmaktan çıkıp iktidarın ve elbette “devletin organik aydınları” rolünü benimsemiş olmuyorlar mıydı?” sorusunu sordu.
Yazar Ali Bulaç, makalesinde şu saptamaları yaptı:
“Halkın organik aydınları” dediğimiz Müslüman aydınları halkın içinden çıkan, halkın desteğiyle ve halkın beslediği insanlar, 1970’lerde nadir olduklarından el üstünde de tutulur, başka hiçbir ülkede görmedikleri itibarı görürlerdi. 1970’lerde bu aydınların ileride iktidar imkanı bulduklarında mecra değiştirip değiştirmeyecekleri bilinmiyordu. İslamiyet’i referans alan aydınlar, bir yandan Türkiye’nin, bölgenin, dünyanın ve modernliğin sorunlarını tartışıp bu konular üzerinde yoğunlaşırken bu arada siyasi iktidarı, -Müslüman kimlikli insanların elinde olsun veya olmasın- belli bir mesafeden sorgulayabilecekler miydi? Geçmişte belli başlı müslüman ulemanın yolunu takip edip yol göstermek ve meşru çerçevede muhalif kalmakla yetinecekler miydi?
Süren pratikten anlıyoruz ki, aydın farkında olsun olmasın, devlet tarafından devşirilir –Osmanlı’yı yüzyıllarca ayakta tutan devşirmelerdi- devşirme tam devleti ele geçirdiğini düşündüğünde devlet onu ele geçirir. Ben buna “Müslüman aydının içine devlet kaçtı” derim.
Tabii ki 21. Yüzyılın ilk yıllarında bu konuda kesin bir şey söylenemezdi, henüz aydın iktidar tecrübesi yaşanmamış, sonuç vermemişti.
Öyle de olsa bir öngörüde bulunmak imkansız değildi. İran’da bir tecrübe yaşanmış, orada kaybeden taraf aydınlar olmuştu. Nitekim ilk 10 yıllık sürede AK Parti iktidarının, Müslüman aydınları devletin işleriyle meşgul etmesi ve neredeyse kahir ekseriyetiyle sivil toplum kuruluşları ve cemaatleri iktidar hevesine ve işlerine dahil etmesi bakımından kötü bir sonuç verdi.”
İran, Mısır ve Pakistan örneklerinden yola çıkarak Türkiye’deki ‘Müslüman aydınlar’ hakkındaki değerlendirmelerini sürdüren Bulaç, “Türkiye’nin laik aydın geleneğinde olduğu gibi devletle iç içe girmek mukadder olur; sahih bir paradigma üzerinden yeniden tanımlanıp gerçekleşinceye kadar verili devlet her ideoloji ve sosyal grubu kendi varlığı ve bekası için istihdam eder, işi bitince bir kenara atar. İktidara eklemlenen Müslüman aydınların başına gelen ve gelecek olan budur; bir bölümü derin bir hayal kırıklığına uğrayacak, bir bölümü de elde ettiği dünyevi kazançla günü gün etmekle yetinecektir.” ifadelerini kullandı.
Bulaç, “12 Eylül 1980 darbesi ertesinde Milli Güvenlik Konseyi’nde Kenan Evren’e verilen brifingte “Paşam, ülkede ilkokul çocuklarından ve emekli generallerdin başka Atatürkçü yok” denmişken, 28 Şubat 1997’lerde Kemalizm Atatürkçü Düşünce Derneği gettosuna hapsolmuşken, nasıl oluyor da bugün Kemalizm milyonların yücelttiği, bir kısım sabık İslamcı veya mütedeyyin şahsiyetin temenna çektiği ideoloji haline geldi? Sadece İslamcılıktan değil, neredeyse İslam dininden teberri edenlerin tümü kötü niyetli insanlar değil. Bu insanları, kitleleri dinden ve dindardan hangi sebep ve hangi “dindar profil” kaçırttı?” sorusunu yönelttiği yazısını şöyle tamamladı:
“Unutmamak gerekir ki hem Sünni hem Şii büyük alimler İslam tarihinde hep sivil kalmışlardır. Bunların hepsi devlete savaş açmış insanlar değildir! Bir kısmı elbette zulme, haksızlığa karşı mücadele ettiler. İktidarla ilişkilerin en iyi olduğu dönemde bile sivil karakter ve konumlarını muhafaza etme kararlılığını gösterdiler.
Bu haberler de ilginizi çekebilir:
İktidar tabiatı icabı ayartıcıdır. Müslüman entelektüeller, muhteris siyasetçilerin peşine takılırsa, sadece kısa vadeli dünyevi menfaatler elde edebilirler, fakat gerçek iktidarı, bilginin sağladığı hakiki, sahih ve ıslah edici iktidarı ellerinden kaçırmış olurlar.”
Yazının tamamını okumak için tıklayınız.