Bugün Kasap Osman’ın, Hafız Burhan’ın, Bahar Yenge’nin evinde, elinde Böyle Buyurdu Zerdüşt; bunda bir tuhaflık yok mu? İnci Taneleri’ni de yazan Yılmaz Erdoğan, Bir Demet Tiyatro’yu da yazan Yılmaz Erdoğan… Ama iki Erdoğan arasındaki fark, işte o bizim görmekten, anlamaktan ürktüğümüz şey!
Kimileri içinden hışımla gelip geçtiği çağı yakalama, aşma, düzeltme yahut düzenleme derdinde… Kimileri ise mutfağın yerini, aşçının kendini merak etmeksizin otur(tul)duğu sofrada önüne koyulanları tek lokmada yutma telaşında…
Hangisi makbul?
Bunun yanıtını verebilmek zor; kişiden kişiye, ülkeden ülkeye değişiyor zira.
Eğer bir işveren olsaydım, hoşuma gitmeyeceğini bile bile aksaklıkları yüzüme karşı söyleyebilenlerle çalışmayı tercih ederdim. Kendi için değil de kurum için çalışanları… Gelecek denen o muammaya, o puslu manzaraya, herkesin baktığı pencereden bakmayanları seçerdim.
Genel kabul görmüş bir şey vardır: Kurum kültürü önemlidir, diye… Oysa kurumlar canlı varlıklar değildir. Öyle ya da böyle yöneticinin meziyetine göre konum alır, şekillenir.
Mesela Fenerbahçe… Ali Şen, Aziz Yıldırım ve Ali Koç başkanlık dönemlerinde farklı duruşlar sergilemiş, dolayısıyla da kulüpte farklı anlayışlar hâkim olmuş… Kupalardan, başarılardan, maruz kalınan yahut dâhil olunan olaylardan söz etmiyorum. Kurum kültüründen söz ediyorum.
Mesela Türkiye… Bülent Ecevit’in, Turgut Özal’ın ve Recep Tayyip Erdoğan’ın yönettiği dönemlerde, ülkenin içinde bulunduğu konjonktürel durumun göreliliğini de gözeterek diyebiliriz ki, siyah ile beyaz kadar farklıdır. Oysa toprak aynı, hava aynı, insan aynı… Her ne yahut neler değişmiş, değiştirilmiş ise içimizdeki boşluğun (yahut hoşluğun) sebebi işte o!
Bugün okumasak bile kütüphanemizde bulundurmaktan hoşnut olduğumuz Nietzsche, yaşadığı çağda kendi dilini konuşan, o dilde düşünen insanlara ulaşamamıştı. Mübalağa etmiyorum, 200-300 kişi tarafından okunuyordu.
Ona yaşarken iltifat edenler başka dili konuşan ülkelerin insanlarıydı: İtalyanlar, İspanyollar ve İngilizler…
Bugün Kasap Osman’ın, Hafız Burhan’ın, Bahar Yenge’nin evinde, elinde Böyle Buyurdu Zerdüşt‘ün olması fevkalade tuhaf bir durumdur.
Birkaç yıl önce TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı adına konuğum olan Kirsten Reinhardt, hemen hemen her stantta Nietzsche, Kafka, Zweig ve Schopenhauer kitaplarını görünce şaşkınlığını ifade etmekte zorlanmıştı. “Biz sizler kadar okumuyoruz onları” demişti buruklukla.
Unuttuğu yahut söylememeyi tercih ettiği bir şey daha vardı: Kafka’yı yüz yayınevi basmıyor Almanya’da. Üç, bilemediniz beş yayınevi… Onlar da farklı edisyonlarda… Oysa bizde daha çok takla attırılmış çevirilerle piyasada.
Üzücü olan ise şu: Biz okumuyoruz, bulunduruyoruz. Çünkü bizler çokluk içinde kalmaktan, o çokluğun yarattığı güvenle hemhal olmaktan hoşnuduz.
Hadi biraz burada oyalanalım…
Açık açık söyleyelim: Popülizmle imtihanımız pek parlak değil. Ne hakiki bir popülizm söz konusu şu topraklarda ne de bu sözde popülerlik bir şeylere karşılık geliyor. Arabanın ön camına yukarıdan dökülen su misali – kayıp gidiyor her şey!
Yaptığımız şeyler yapamadıklarımız arasında, diyorum ya… Neşet Ertaş buna örnek. Almanya’da düğünlerde saz çaldı. Sıkıntılarla, ihanetlerle geçti kısa ömrü. O gün görmemişliğine rağmen ürettikleri ölümüne yakın bir zamanda ve ölümünden sonra ancak idrak edilebildi. Elbette her daim sevenleri vardı. Ama o sevgi esas yapmak istediklerini yapmasına müsaade edecek kadar geniş ve güçlü değildi.
Ama İbrahim Tatlıses öyle mi!
Bir mağarada dünyaya geldiğini iddia eden ve Kürtçe konuşmadığında dili şişen şahıs, belki de müzik dünyasının son popüleri…
Temel güdüsü şöhret olmaktı, oldu. Bunu yaparken çağın taleplerine uygun türde parçalar okuması gerekiyordu, okudu. Zamanla kendini keşfedip anayoldan ayrıldı. Şivesini bir mahcubiyet olarak gören ve bundan ötürü ilk filmlerinde dublaj kullanan Tatlıses, çok geçmeden bunu bir ayrıcalığa dönüştürdü, gözümüze gözümüze soktu.
Bu ve başka dünyalarda daima bir eşik bulunur. O eşik aşılana kadar dövülürsünüz. Aştığınızda ise sizi dövenlere karşılık verme yahut vermeme bir karakter meselesi olarak çıkar karşımıza.
Tatlıses, o eşiği aşınca lahmacuncu oldu, otobüsçü oldu, televizyoncu oldu; dergicilik, radyoculuk derken otelcilik… Bulaşmadığı, ulaşmadığı iş kalmadı. Ama hepsinde değişmeyen bir güdü vardı: Almak.
Oysa o eşiği aşan kişinin gördüğü iltifatlara, aldığı alkışlara istinaden tercihinin vermek’ten yana olması beklenir.
Sanırım bekleneni yapsaydı, bambaşka biri olurdu. Onun yaptıkları muhayyilemizi zorlamadı. Dolayısıyla yapamadıklarını merak etmedik hiç…
Yani Neşet Ertaş’ın tam tersi bir durum!
Öyle bir çağdayız ki… Çin’de, yapay zekâ araçlarıyla üretilen ilk çizgi dizi izleyicilerle buluştu. Beatles’ın son şarkısı yapay zekâ teknolojisiyle tamamlandı. Ucu bucağı gözükmeyen bir gelecek ve tanımında zorlandığımız bir yaratım süreci söz konusu.
Tüm bunlara rağmen hangisi kalıcı, hangisi gönlümüze dokunuyor, diye sormadan da edemiyorum.
Hemen hemen hepsi, ara verildiğinde koştura koştura gidip aldığımız patlamış mısırlar kadar lezzetli ve onlar kadar kısa ömürlü.
Oppenheimer IMAX kameralarla birden fazla sahnesi siyah beyaz filme çekilen ilk film oldu. 65 mm geniş biçim film kombinasyonu kullanıldı. Falan filan… Peki, kaç defa oturup izlersiniz bu filmi? Her izlediğinizde ilkine yakın bir seyir keyfi alabilir misiniz?
Salt sinema sektöründe değil, güzel sanatların pek çok alanında, ama daha acısı, hayatımızın tüm evresinde artık bu durum egemen – gelip geçicilik!
İnci Taneleri’ni de yazan Yılmaz Erdoğan, Bir Demet Tiyatro’yu da yazan Yılmaz Erdoğan… Ama iki Erdoğan arasındaki fark, işte o bizim görmekten, anlamaktan ürktüğümüz şey!