Ferdi Tayfur ile Müslüm Gürses’in kesişen alanları fazla… İkisi de siyasi görüşleri ne olursa olsun, bayraktarlığa soyunmadılar hiç. Biraz elim titreyerek yazıyorum: Ucuz siyasetin getireceği nimetlere ihtiyaç duymadılar!
Önceki gün bir haber düştü (!) ajanslara: Müslüm Gürses’in daha önce seslendirip hiçbir yerde paylaşmadığı, Elenor Müzik arşivinde saklanan şarkılar ‘Tozlu Raflar’ adı altında bir ‘albüm’de toplandı.
Müslüm Gürses aramızdan ayrılalı 11 sene oldu. Ölümünü takiben de orada burada duran stüdyo kayıtları, Mahzendeki Şarkılar’dan söz ediyorum, ara ara ulaştırıldı hayranlarına, satışa sunuldu. Ancak ne bitmez denizmiş ki, hâlâ saklananları (!) var. Dahası: Bu saklananları bulup, edinip, dinleyip kendinden geçmeye meyilli bir kitle söz konusu.
Şurası açık: Müslüm Gürses yalnız arabesk kültüre gönül vermişleri değil, farklı türden eser okuyanları dahi etkilemiş bir yorumcu. Üstelik kendisi de zamanın ruhuna uymaya çalışıp müziğinde ama küçük, ama büyük değişimlerde bulunmuş biri. Murathan Mungan’ın danışmanlığında hazırlanan Aşk Tesadüfleri Sever albümü gibi…
Peki, çağın getirdiği kolaycılığa ve hafifliğe kapılıp pıtrak gibi biten şarkıcılar arasından sıyrılmayı nasıl başarıyor; nasıl hâlâ o en çok dinlenen, en çok sevilen kişi?
Çok basit, belki biraz da kaba bir şekilde yanıt vermek gerekirse şöyle: Orhan Gencebay’ın yaptığını yapmayarak.
Bu bağlamda Ferdi Tayfur ile Müslüm Gürses’in kesişen alanları fazla… İkisi de siyasi görüşleri ne olursa olsun, bayraktarlığa soyunmadılar hiç. Biraz elim titreyerek yazıyorum: Ucuz siyasetin getireceği nimetlere ihtiyaç duymadılar!
Vaktiyle Orhancılar ve Ferdiciler arasında müthiş bir rekabet vardı. Şimdi gelinen noktada ise Orhancıların bir kısmı ya Ferdici ya da Müslümcü…
Takım tutmak gibidir bu ‘baba’ların hayranlığı. İkisini yahut üçünü birden seven pek bulunmaz genellikle. Ne var ki, Orhan Gencebay’ın akil insan ile başlayan serüveni Murat Kurum’a beste vermek, hatta onunla sahneye çıkıp elleriyle tempo tutmaya kadar ilerlemiş vaziyette.
Bu davranışı, hiç kuşkusuz, AKP’li kesim tarafından takdir görürken, Orhan Gencebay’ı duruşuyla, yorumuyla takdir edenlerde tedirginlik yaratıyor, bir adım sonrasında ise kaçışı tetikliyor.
Müzik de spor gibidir; asla yalnız kendisi değildir. Ancak bu bağıra çağıra yapılırsa itici olabiliyor. Dolayısıyla da müziğe de, spora da siyasetin girmesi pek tercih edilmez.
Hemen düzelteyim: Siyasetin girmesi değil, particiliğin girmesi pek tercih edilmez.
İkisi arasında ciddi fark var zira. Kişinin elbette bir dünya görüşü olur, olmalıdır; buna kim itiraz edebilir ki… Hatta bunu yaptığı işte (ne olursa olsun) kullanabilir, sergileyebilir de… Ancak kendisini üne kavuşturan, karnını doyuran işi bir partinin kullanımına sunmak, bizzat eşlik etmek bambaşka bir şeydir.
Çok nadiren belli bir kazanım söz konusudur bu tercihte. Ama uzun vadede kayıp öyle büyük olur ki, tercihinden önce yapıp etmeleri dahi görülmez olabilir.
Birkaç örnek vereyim: Yavuz Özkan, asla eski Yavuz Özkan değildir mesela. Cengiz Kurtoğlu da keza öyle… Alişan, Bülent Serttaş ve Bülent Ersoy da… Liste uzayıp gider. Particilikleri hayran kitlelerini azaltmış, yaptıkları işe ilişkin iltifatları da aşağı çekmiştir.
Birkaç örnek de karşı kıyıdan verelim: Sabahat Akkiraz mesela. Çoğunlukla kendi derlediği türküleri, deyişleri ve uzun havaları seslendiren bir sanatçıydı. Âşıklık geleneği içinde yetişmesine rağmen, imrenilecek şekilde caz, elektronik müzik ve rap’e yakın durmuş, desteklemiş ve katkıda bulunmuş, kimse de bunu yadırgamamıştı. Dünya Müziği olarak tanımlanan türe girecek nice yorumu var. Sesi sınırlarımızı aşmış biriyken CHP İstanbul milletvekili oldu. Derken kan kaybı başladı.
Geride kaldı Londra, Dublin ve Glasgow’da verdiği konserler…
Benzer şey Arif Sağ için de geçerli. Muhabbet adlı albüm serisiyle modern Türk halk müziğinin temellerini atan bağlama virtüözü için 1987-1991 arası, en hafif tabirle kendine yazık ettiği yıllardır. SHP’lilik ona bir şey kazandırmadı. O SHP’ye ne kazandırdı; bunu da tartışmak gerek.
Hiçbir müzisyen parti içinde görev almasın, deme cüretini göstermek istemem; ancak sanatçıların partiler üstü olduğunu düşünmek bana daima iyi gelir.
Tekrarlıyorum: Siyasi tavır, ideoloji başka bir şey, particilik başka bir şeydir.
Birkaç politik rock parçası sıralayayım müsaadenizle: Wind Of Change (Scorpions), Dogs (Pink Floyd), Peace Sells (Megadeth), Guerilla Radio (Rage Against The Machine), …And Justice For All (Metallica), War Pigs (Black Sabbath), American Skin (Bruce Springsteen), Anarchy In The UK (Sex Pistols) ve Revolution Calling (Queensryche)…
Çok daha fazlası da söz konusu. Muradım bir ‘dinleme listesi’ hazırlamak değil.
Şarkılara bir düşünceyi yedirip onunla muhalefet etmek başka, o ideolojinin aşılandığı şarkıyı bir partiye emanet edip onun şakşakçılığına soyunmak başka…
Anarchy In The UK ile İngiltere’yi yerinden oynatmış, açık açık monarşiye dil uzatmış Sex Pistols’un Prens Charles’ın dizi dibinde oturduğunu düşünün lütfen.
Kızılca kıyamet kopmaz mı?
Grup inandırıcılığını yitirmez mi?
Yahut siyasete soyunup oy avcılığına çıktığını düşünün kendilerine en münasip partiden… Bu şarkıyı mırıldananlardan, bu şarkıyla coşanlardan, bu şarkıda kendini bulanlardan kaçı eli titremeden ona yahut onun üyesi olduğu partiye oy verir?
Nabokov, “Edebiyat Dersleri”nde, “edebiyatın hiçbir pratik değeri yoktur” der ve ekler: “Emma Bovary denen kız hiç yaşamadı: ‘Madam Bovary’ kitabı ise sonsuza kadar yaşayacak. Kitaplar kızlardan çok daha uzun ömürlüdür.”
Bu düsturu hemen hemen tüm eserlere uyarlama mümkün.
Açlık gibi muazzam romanın yazarı Knut Hamsun’u hatırlayalım. 1930’larda ülkesindeki faşist partiye katıldı. 2. Dünya Savaşı’nda Norveç’in işgali sırasında Almanları destekledi. Yazdıkları ile yaşadıkları birbirini değilleyen bir portre…
Şimdi hangisine bakmalı? Hangi tarafta yer almalı?
Ezra Pound keza öyle… Kantolar’ın şairi kimine göre Konfüçyüs hayranı barış aktivisti, kimilerine göre vatan haini ve faşist… Mussolini ve Hitler hayranı…
Bizler, hâlâ eser ile o eseri üreteni ayırmakta mahir değiliz.
Öte yandan, eserdeki fikri, ideoloji sevme hakkımız, onu yazanı sevmeme hakkımızı engellemez. Ancak buna da mesafeli duran bir toplumuz.
Hal böyleyken Orhan Gencebay’ın Batsın Bu Dünya’sına, Hor Görme Garibi’ne aynı saflıkla ve aynı şefkatle bakmak mümkün mü?
Particiliği sanatına ne katmıştır, düşünmek haram mı?
Ne diyor Peyami Safa, Yalnızız adlı romanında: “Bazan hakikat vahşidir, insanların arasına salıvermeye gelmez.”
Galiba haklı, galiba öyle…