Resim: Manet/Degas
Bir ülke ve o ülkenin halkını düşünün, dünyanın diğer tarafından kendilerini soyutlamışlar. Yaşayışlarını karşılaştıracak başka insanlar olmadığı için, gidip görmedikleri, onların fikir ve düşünce hayatlarını bilmedikleri, sadece kendilerine dolaylı olarak sunulan bilgiyle yetindikleri için, iyi mi kötü mü yaşadıklarını, zengin mi, fakir mi olduklarını bilmezler.
Zaten isteseler de kendi dillerinden başka dil bilmedikleri için irtibat kuramazlar.
Sınırlarının ötesindeki sert ve açık gerçeğe rağmen kendilerini yönetenlerin sihirli masallarına inanmayı severler ve seçerler.
Hurafeler, hikâyeler bu halkın üstünde hayatlarını yönlendirecek hatta kısıtlıyacak kadar etkilidir.
Hikâyelerde mutlak bir kahraman vardır. Halk, ne yaparsa yapsın ona sahip çıkmalı, onu korumalıdır.
Bir de kendilerinden olmayan düşmanları vardır. Kahraman kimin düşman ya da cadı (günümüzün cadıları hainler ve teröristler) olduğunu söylüyorsa (bu kendi çocukları bile olabilir) o, düşman ve cadıdır.
Kazara biri çıksa ve falanca neden cadı (hain, terörist) olsun ki, diye sorsa; masallara ve kahramana olan inançları o kadar sağlamdır ki herkes bu şüpheciye düşman kesilir ve o da cadı (hain, terörist) olmakla suçlanır.
Onlar için sadece kendi ülkelerinde yaşayanlar iyi insandır. Onların dışında herkes kötü ve düşman olmaya müsaittir. Medeniyet, görgü, misafirperverlik hep onlardadır.
Çocuklarını kitaplarla yormazlar. Öğrenilecek şeyler hayatın içindedir. Kitaplar sorun çıkarır. İnsanın kafasını, yüreğini karıştırır. Onlara kendi irfanları, kültürleri yeter.
Hayatlarında olay denilebilecek üç şey vardır. Doğum, evlenme ve ölüm.
Gelenek, görenek, inanç ve ritüelleri onlar için çok önemlidir. Bunların ihmal edilmesi mümkün değildir. Bütün hayatları, sevinçleri, kederleri bunlara bağlıdır.
Heyecanla bu üç olay için törenler düzenler, yeni kıyafetler giyer, en güzel yiyecekleri hazırlarlar. Törenler bitince günlerce bunları konuşur, kritiğini yaparlar.
Sonra yeni bir törene kadar normal hayatlarındaki uyuşukluğa dönerler. Böylece hayat bu minval üzerine sürer gider.
Gerçi zaman zaman daha başka kaygıları da olmuyor değildir. Fakat halk bunları çok defa kahramanca bir uyuşuklukla karşılar. Bu sorunlar, kaygılar başları üzerinde biraz dolaştıktan sonra tıpkı bir duvarda konacak yer bulamayan, boşuna kanat çırptıktan sonra uzaklaşan kuşlar gibi uçup gider.
Mesela bir gün bir evin harap haldeki balkonunun bir kısmı çöker. Herkes dehşet içinde kalır. İnsanlar bir gün önce o balkonun harap halde olduğunu bildiği halde ve bunca zaman nasıl dayandığına hayret ederken, bugün de nasıl olup da çöktüğüne şaşırırlar.
Dehşet içinde birbirlerini azarlarlar, “Sen niçin gereken emirleri vermedin? “, ” Ya sen niçin tamir etmedin? ” diye.
Sonra balkonun kalan kısmı için uzun uzun görüşülür, konuşulur. Çöktüğü anda altında olan civcivler için ahlanır, vahlanılır. Sonunda yavaş yavaş herkes kendi işine döner ve balkonun kalan kısmına yaklaşılmaması için sıkı emirler verilir. Mesele, yıldönümünde ya da bir daha ki kötü olayda hatırlanmak üzere rafa kaldırılır.
Hangi ülkeden mi bahsediyorum?
Tabii ki Rus yazar İvan Aleksandroviç Gonçarov’un 1959 yılında basılan ve dünya edebiyat literatürüne Oblomovluk tabirini kazandıran klasikleşen romanı Oblomov‘da bahsettiği Oblomovka’dan bahsediyorum.
Siz nereden bahsettiğimi sanmıştınız?