Bir fotoğraf, bir masadaki mandalinalar, dört tanıdık yüz… İsmail Kara’nın X (eski Twitter) hesabından yayınlanan karede, Nihat Azamat, Mustafa Kutlu, İsmail Kara ve Beşir Ayvazoğlu bir kitap kafenin masasını paylaşırken görülüyor.
Basit bir “sohbet akşamı” olarak başlayan bu an, sosyal medyada kısa sürede “Mandalinalar arasında İslamcı aydınların sessizliği” tartışmasına dönüştü, Medyascope portalında yazan Yusuf Tunçbilek’in tabiriyle…
Paylaşımın altında “Dergah’ta münbit bir akşam sohbeti…” yazıyordu. Ama kelimelerden çok, yüzlerdeki sükûnet dikkat çekiyordu.
Ülke adeta yangın yeriyken, bu sükûnet fazla huzurluydu. Yangın derken, gerçekten yangın: Operasyonlar, tıka basa dolmuş cezaevleri, çökülen servetler, ekmekleri ellerinden alınan on binlerce KHK’lı, sokak başlarını tutan çeteler, sanal kumar ve uyuşturucu batağında gençler, cezaevi yollarını aşındıran sanatçılar, gazeteciler, yazarlar, öğrenciler, siyasetçiler…
Sosyal medyada aydın sorumluluğu, entelektüel, konfor ve sessizlik tartışması başlatan o fotoğraf karesine ilk dikkat çekici tepki, eski İslamcı yönetmen Sefa Sarı’dan geldi. Sarı fotoğrafı, “Norveç Bilim Akademisi hocaları. Antidemokratik uygulamalar, baskılar, yoksulluk, yolsuzluk, ülke yansa umurlarında değil. Lale Devri’nde edebiyat yapıyorlar” notuyla paylaştı. Bu cümle, fotoğrafın anlamını tamamen değiştirdi. Muhtemelen paylaşanların da hiç düşünmediği noktalara vardı.
Masadaki mandalinalar bir anda “entelektüel konforun sembolü” haline geldi. Tepkiler büyüdükçe, konunun artık bir kareyi değil, bir zihniyeti tartıştığı ortaya çıktı. “Mandalina yiyen İslamcı aydın” profili, bu tartışmadan sonra ülkedeki yakıcı sorunlara karşı sessiz kalmayı tercih edenleri tanımlamak için kullanılabilir.
Elbette bu kareyi savunanlar da çıktı. “Karşı mahalle”yi niyet okumakla, herkesi “kendi gibi görmek istemekle” suçlayan onlarca savunma görüldü.
Yazar Kutlu Altay Kocaova, bu buluşmayı “güzel bir entelektüel birliktelik” olarak tanımladı ve şunu ekledi: “Zaman herkesin politikleşmesini istiyor. Bu da kaliteyi yok ediyor.”
Ancak Kocaova’nın zarifçe saklamaya çalıştığı şey açıktı: Bu kareye tepki gösterenlerin derdi politikleşme değil, duyarsızlıktı. Çünkü son yıllarda İslamcı aydınlar, iktidarla doğrudan ya da dolaylı ilişkileri nedeniyle toplumsal krizler karşısında sessiz kaldılar. Sessizlik de ne, çoğu yerde desteklediler, alkışladılar, “karşı mahalle”ye tüm birikimleriyle birer iktidar neferi gibi hücum ettiler. O karede bulunanlar doğrudan hücum etmemiş olabilirler; ancak onların sessizliği ya da konforlu alandan yaptıkları işler ve yayınlar, rejimi besleyen önemli bir damar oldu, olmaya devam ediyor. Yıllarca herkese “kanaat ekonomi” dersleri veren Mustafa Kutlu’nun, Ankara’nın göbeğine tüm hukuk kuralları çiğnenerek milyarlarca liraya mal edilerek inşa edilen Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nı övmesini şu noktada hatırlatalım…
Bu tartışmada en çok adı geçen iki kişi özellikle eleştirilerin odağı oldu: Mustafa Kutlu ve İsmail Kara. Beşir Ayvazoğlu’nun son 10 yılda önceki 20 yılını çöpe atarak geçirdiği dönüşüm de üzerinde durulmayı hak ediyor doğrusu. Ama şimdilik, bir ekolü temsil eden Kara ve Kutlu ile yetinelim…
İkisi de Nurettin Topçu ekolünden geliyor; yani hem ahlak hem düşünce bakımından “yerli” entelektüel çizgiyi temsil ettiklerini savunuyorlar.
Topçu, yaşadığı dönemde sistemin dışında kalmış, fikirleri nedeniyle bedel ödemişti. Bugün ise Kutlu ve Kara, aynı çizginin “itibar görmüş” versiyonları. Televizyon programlarında yer alıyorlar, devlet ödülleri alıyorlar, resmi kurumlarda saygı görüyorlar. Sistemin dışından geldiklerini iddia etseler de bugün sistemin merkezindeler. Taltif edilmiş olarak; dışlanmışların tam karşısında…
“Ülke yanarken mandalina yemek” aslında sadece bir metafor. İslamcı aydının bugünkü hâlini anlatan bir imge.
Siyasetten, toplumsal öfkeden, yoksulluktan uzak, steril bir düşünme alanı… Bu, bir tür entelektüel inziva gibi görünse de, sonuçta bir konfor alanı yaratıyor. Oysa entelektüel olmak, tam da bu konforu bozmak anlamına gelmez mi Kendi arasında yapılan sohbetler, kendi okurlarına yazılan yazılar, kendi çevresinde dönen fikirler. Dışarısı yanarken, içeride sakin sakin mandalina yiyip kitaplardan, dergilerden, hatıralardan konuşmak. Bu elbette bir hak, herkesin böyle davranmaya hakkı var, imkân olsa hangimiz istemeyiz ki? Ama “aydın” sorumluluğu taşıyan ya da bu iddiada olanların, bazen de o konfor alanının dışına çıkıp ülkeye de bakması gerekmez mi?
Dergah’ta münbit bir akşam sohbeti…
Nihat Azamat, Mustafa Kutlu, İsmail Kara ve Beşir Ayvazoğlu hocalar…
(15 Ekim 2027, 1727 Kitap Kafe) pic.twitter.com/uhIMBC2UKr
— İsmail Kara (@ismailkarahoca) October 17, 2025
Toplumun “yakıcı” gerçekleriyle yüzleşmeyen bir aydın tipi, giderek sembolik bir figüre dönüşüyor. İslamcı enteljiyansın kendi içinden gelen eleştirilere kapalı oluşu, bu sessizliği daha da görünür kılıyor. Oysa tam da bugünlerde, iktidar çevresine yakın aydınların içeriden eleştiriler üretmesi her zamankinden daha kıymetli olurdu.
Yeterli gören olur-olmaz, orası ayrı ama Atasoy Müftüoğlu, Tarık Çelenk, Ali Bulaç, Taha Akyol, Fehmi Koru, zaman zaman İsmet Özel, Cihan Aktaş gibi pek çok sağ-muhafazakar-İslamcı entelektüel toplumdaki sorunlar karşısında sessiz kalmak yerine eleştirilerini sıralıyorlar. Kimi yüksek sesle, kimi daha kısık, çok dar çevrelerin duyacağı şekilde. Ama sessiz değiller.
Fotoğraf, belki de Türkiye’deki entelektüel iklimin özetiydi: Masada huzur, dışarıda yangın. Bugünün İslamcı aydınları, geçmişin uzak idealleriyle bugünün iktidar gerçekliği arasında sıkışmış durumda.
Ama artık şu soru kaçınılmaz: “Bir aydın, susmamakla da tanımlanmaz mı?”
Mandalina masası güzel bir görüntü olabilir. Ama o masa, dışarıdaki yangını görünmez kılıyorsa, “mandalina yenen sıradan bir masa” olmaktan çıkmıştır. O masa artık yeni bir gerçekliğin sembolü olmuştur…
Gerçek entelektüel, gerekirse o masaya oturmamayı ya da kalkmayı bilir…
Velev'i
Google Haberler üzerinden takip edin
