Tatsız, nemli, bunaltıcı bir yaz bitiyor. Böyle hissetmemde herhalde mevsimin ölümle başlamasının payı var. Sevgili arkadaşım Philip Benesch’i haziranın ilk saatlerinde kaybetmiştik. Ardından yazdığım gibi, nev-i şahsına münhasır biriydi Philip. Tatlılıkları ve tuhaflıklarıyla tam bir Britanyalıydı. Bir entelektüel olaraksa Karl Popper’ın sadık takipçisiydi. Akademide sayıları giderek azalan Popper Society üyelerindendi. Kelimenin gerçek anlamıyla bir Poppercı—çünkü Popper’a karşı da eleştireldi. Onun bazı yönlerine mesafeli duruyor, Popper’ı bir Marx karşıtı değil, aslında “revizyonist” bir Marksist olarak görüyordu. Literatüre katkısı, 2012 tarihli The Viennese Socrates: Karl Popper and the Reconstruction of Progressive Politics kitabıdır: Popper’ı yeniden yorumlamış, Sokratik geleneğin sürdürücüsü olarak tanıtmıştı.
Karl Popper’ı Türkiye’ye tanıtansa Mete Tunçay’dır. Açık Toplum ve Düşmanları’nın ilk cildini 1967’de Türkçeye çevirmiş, Popper’ın başyapıtının meraklısına ulaşmasını sağlamıştı. Yaz biterken de onun ölümü, ister istemez bu iki vedayı zihnimde buluşturuyor.
Mete Tunçay’la birlikte bir aydın kuşağının da sahneden çekildiğini hissetmemek zor. Öğrencileri onun mirasını yerli yerine koyan çalışmalar yapacaktır. Ben tarihçi sezgisine, entelektüel cesaretine ilişkin birkaç not düşmek isterim.
Mete Tunçay hiçbir zaman, örneğin İlber Ortaylı gibi, toplumun geniş kesimlerince bilinen bir tarihçi olmadı ama sanırım Türkiye’deki tarihyazımını kendi kuşağından onun kadar etkileyen yoktur. Akademide uzmanlaşma eğiliminin bugünkü kerteye ulaşmadığı bir dönemden geliyordu. Galiba biraz da bu özelliği, düşünce tarihine ilişkin özgün sorular sorabilmesini sağladı. Örneğin, Kemalist gelenekte niçin o eski 19. yüzyıl pozitivizminin yerleşip kaldığını, Viyana çevresinin laikleri neden hiç ilgilendirmediğini sanırım ilk o sormuştu.
İngiliz sosyalizmine ilgi duyarken hocasının önerisiyle Türkiye’deki solun tarihine yöneldi. Yasakların, engellemelerin ortasında bir kazı çalışmasıyla Türkiye solunun tarihini belge belge, sıfırdan yazdı. Siyaset ve düşünce tarihimizin o derin paradoksunu, solun nasıl olup da milliyetçi Kemalizmle uzlaştığını anlamaya çalıştı. (Cumhuriyet iktidarının Sovyetlerle iyi geçiniyor olması sol hareketin biraz elini ayağını bağlıyordu ona göre.) Özgünlüğü, Cumhuriyet’in ilk yıllarında solun yaşadığı ikilemi tarihsel bağlama yerleştirebilmesiydi.
1925’i bir dönüm noktası olarak alıp erken dönem Cumhuriyet tarihini, deyiş yerindeyse, yapısöküme uğrattı. 1925 öncesini siyaset dönemi, sonrasını idare dönemi olarak ayırıyordu.
Bunları bütüncül bir bakışla yapabilmesinde hezarfenlerin rahle-i tedrisinden geçmesinin etkisi olmalı. Vedat Örs’ü tanımış, Şevket Süreyya’nın sofrasına oturmuş, Nusret Hızır’ın derslerini dinlemişti. (Asistanı olmadığı halde, “Mete benim en iyi asistanım”, dermiş Nusret Bey.) Edebiyat öğretmenlerine “edebiyat memuru” diyen Ataç’tan esinle kendini “siyasal düşünceler tarihi memuru” diye tanımlarken elbette tevazu gösteriyordu.
Hep soldaydı ama solun entsrümentalist yorumuna karşı çıkıyordu. İdeolojilerde inanç boyutunu yadsımayacak kadar da dürüsttü. (Eşitliğe “inanmayan” bir insan niçin solun tarihiyle uğraşsın?) Sosyal adalete bağlılığı hiç azalmadı ama Stalinci (hatta Leninci) bir eğilime de yakınlık duymadı. Tepeden inmeci sol anlayışa baştan mesafeli olduğunu gençlik yazılarından biliyoruz. Sosyalizm ancak her türlü baskıyı, özellikle devlet baskısını, yok edecekse uğrunda mücadele etmeye değerdi ona göre. Mücadeleyi üniversiteden atıldıktan sonra dergi çıkararak, kitap yayımlayarak sürdürdü.
Asla Poppercı olmadı ama İngiltere yıllarında onun yanlışlanabilirlik kuramından etkilenip bunun tarihe nasıl uygulanabileceğine kafa yormuştu. Popper’ın her şeyin özgürce tartışıldığı, şiddete başvurulmadan konuşulabildiği açık toplum fikri ona çekici geliyordu. Mete Tunçay’a göre bu, sol düşünceyle uyumluydu.
Şimdi ardından yapılan bazı yorumlara bakınca Türkiye’nin niçin bir açık toplum olamadığını anlamak zor değil. Abant toplantılarına katıldığı için karalanması Mete Tunçay’ın entelektüel mirasından çok ülkedeki düşünce ortamının düzeyiyle ilgili ipucu veriyor.
Her tarihçide görülmeyen bir şey, yazmayı bilirdi. Bilineceği Bilmek’teki yazıları okuma hazzı da verir. (Ancak neyi aradığınızı bilirseniz o şeyi öğrenebilirsiniz, dermiş öğrencilerine, kitabın başlığı buna gönderme.) Bunda dile ilgisinin, asıl hevesinin edebiyat olmasının da payı vardır. İlginçtir, Halil İnalcık ve Kemal Karpat da aslında edebiyatçı olmak istediklerini söylemişlerdi. Edebiyatı başaramayıp tarihçilikle yetinmek o kuşaklara has bir şey mi, bilemiyorum.
Araştırmalarının yanı sıra çeviriye de çok emek verdi. (İlk okuduğum çevirisi Bryan Magee’den yaptığı Yeni Düşün Adamları’dır. O programın kayıtlarına artık erişilebiliyor.) Isaiah Berlin’den Peter Burke’e, ısrarlı çeviri çabası sıradışı görünebilir. Görev bilinciyle, bir iş yapmadığında duyduğu huzursuzluğu bastırmak için çeviriye yöneldiğini söylemişti. Mete Tunçay böyle bir aydındı.
Zaman onun seçimlerini, eserlerini, önemi kanıtlanmış tarihçiliğini iyice yerli yerine koyacaktır. Ardından söylenenlere gelince, hocası Yavuz Abadan için yazdıklarınının kendisi için tekrarlanmasına herhalde itiraz etmezdi: Onun ilkesi başkalarını hoşgörmekti, hoşgörülmemeye pek aldırmazdı.
(*)Yazı, Can Bahadır Yüce’nin substack.com’daki sayfasından alınmıştır.