Heybeliada Ortodoks semineri* konusu Erdoğan’ın Birleşmiş Milletler ve Beyaz Saray ziyaretleri sonrası tekrar gündeme geldi çünkü Trump bence çok da anlamsız bir biçimde Erdoğan ile konuşmasında bu konuyu da araya sıkıştırdı.
Anlamsız sıfatını kullanıyorum çünkü bu konu tamamen Türkiye’nin iç meselesidir, uluslararası boyutu yoktur,
Heybeliada semineri meselesi, mesele diyorum çünkü bu yaygın bir kullanım ama hatalıdır çünkü Heybeliada semineri bir mesele değildir, Türkiye’nin bir eğitim kurumudur, bu kurumun işleyişi kimseyi ilgilendirmez ama bizleri yani Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını, Türkiye hukukunu, Türkiye’de gerçek, yabancı düşmanı olmayan herkesi ilgilendirir.
Heybeliada semineri konusu, konusu diyelim daha iyi, Türkiye’deki siyasi ayırımlarda adeta bir turnusol kağıdıdır, neden böyle olduğunu özellikle ulusalcılarla küreselciler, AB karşıtları ile AB’ye katılım yanlıları arasındaki tartışmalarda çok net görüyoruz.
Heybeliada semineri konusu Türkiye’de en azından iki bağlamda gündeme geliyor, birincisi Heybeliada semineri-Batı Trakya Türkleri bağlantısı, ikincisi ise Patriğin ekümenik (evrensel) sıfatı, bu iki konu da en azından bana çok anlamsız gelen konular, açmaya çalışacağım.
Birinci mesele, evet kelimenin gerçek anlamı ile mesele bu, konu değil, Heybeliada semineri ile Batı Trakya konuları arasında bir mütekabiliyet arayışı saçmalığı ve cehaletidir.
Kimi ulusalcı taife Heybeliada semineri konusunda Türkiye’nin adım atması için Yunanistan’ın da Batı Trakya meselelerinde adım atması gerektiğini öne sürerler, nereden bakarsanız bakın bu yaklaşım(!) bir saçmalıktır.
Heybeliada Ruhban Okulu ve Ruhban Okulu Metropoliti Elpidhophoroa Lambrianidis.
Saçmalıktır çünkü Heybeliada semineri bir Türkiye kurumudur, Yunanistan ile bir ilişkisi yoktur, Batı Trakya Türkleri ya da Müslümanları da Yunanistan vatandaşıdır, kültürel bağlar dışında hukuken Türkiye ile bir ilişkileri yoktur, dolayısıyla bu iki konu arasında bir uluslararası mütekabiliyet aramak baştan saçmalıktır.
Evet, bu iki konu da 1923 Lozan Antlaşmasında geçerler, Türkiye ya da Yunanistan’ın bu iki konuda Lozan maddelerine aykırı davranması sonucu küresel yargı kurumlarına, Lahey Adalet Divanına başvurulabilir, üstelik bunun da kuralları var ama asla ve asla bir mütekabiliyet, bir al-ver gündeme gelemez.
Türkiye’nin Lozan azınlıkları, bizim vatandaşlarımız, konusunu hep mütekabiliyet çerçevesinde ele alma isteği üzerine merhum Hrant Dink şu çok önemli ifadeyi kullanmış idi: “Yahu biz burada rehine miyiz ki bizi mütekabiliyet konusu yapmak istiyor birileri?”.
İkinci mesele İstanbul Patriğinin ekümenik (evrensel) sıfatıdır.
Türkiye devletinin güçlü bir kanadı nedense, bence de anlaşılmaz nedenlerle Patriklerin bu sıfatı kullanmalarına karşıdırlar; unutmayalım İstanbul Patrikliği de evrensel, ekümenik özelliklerine rağmen bu toprakların bir kurumudur, bu toprakların bir kurumunun dünya Ortodokslarının lideri olması Türkiye devletini memnun etmesi gerekecek bir konudur, devleti daha güçlü kılar şayet üzerinden o korkuyu, yabancı düşmanlığını atabilse.
Türkiye devleti ise Patriğin ekümenik sıfatını benimsemek yerine Patriği Fatih Kaymakamlığına bağlamış, aklı sıra aşağılamak, önemsiz kılmak istemiştir; “aklı sıra” ifadesini kullanıyorum çünkü geçtiğimiz günlerde Trump Patriği Beyaz Saray’da kabul etmiştir, Fatih kaymakamını da kabul ederse ben de bu görüşümü tekrar değiştiririm.
2025 senesinin sonuna yaklaşıyoruz ama siyasi hatta hukuki ve ekonomik konularda hala korkularımız, saçmalıklarımız aklımızın önünde.
Bu durumun maliyeti de ortalama bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşına düşük hayat standardı, çok kötü bir hukuk devleti olarak yansımaktadır.
Allah akıl fikir versin demekten ve bu yazı gibi yazılar yazmaktan başka şey gelmiyor elimden.
*“Seminer dini bilgilerin okutulduğu ders, sınıf” anlamına kullanılır .